Kategori: Denemeler

Kişisel İlişki mi?

Geçen gün kitapçıda rastgele seçtiklerimin orasını burasını kurcalarken önsözünde “Yaşamak; kişisel ilişki kurmaktır” yazan bir kitaba denk geldim. “Utanmamış, sıkılmamış kafa bulur gibi aforizma yumurtlamış” diye okkalı bir küfür savurmak üzereyken toparladım. Ailem ve yakın çevrem evdeki eşyalarla, kedi ve köpeklerle, en çok da kendimle konuşmama alışık;  ancak toplum içinde kitaplara yüksek sesle küfretmemi yani kişisel bir iletişim kurmamı sanırım kaldıramazlar.

Evet; “Yaşamak; kişisel ilişki kurmaktır “ olabilir Sevgili Yazar! Varoluşumuzun tek amacı budur! Eureka… O yüzden; doğumdan itibaren sağımızın solumuzun  ‘hazır paket’ ana, baba, kardeş, akraba ile dolu olması yetmezmiş gibi tüm hayatımızı –Her oynadığımda çuvalladığım SIMS oyunu gibi…-  “ilişki” adı altında insan biriktirmeye!- öyle tanımlıyorlar-  birikenleri koruyup kollamaya en sonunda da birikintilerin yarattığı enkazları kaldırmaya adarız. Bizi öyle yetiştirdiler çünkü.  Sevgili yazar gibiler de bu malzemeleri bir güzel kullanır; “Kişisel İlişkiler Nasıl Korunur “ ya da “ En Az Hasarla Kişisel İlişki Kurmanın 10 Yolu” gibi kitaplar yazar.  İşte bu kafalar, milleti yoldan çıkarıp sonra da ‘Türkiye Ruh Sağlığı Profili’ verilerine gözlüklerinin üzerinden bakarak “cık cık cık” demesin.  Bugün ülkede 5.5 milyon kişi tescilli, bunun 10 katı kadar tescilsiz; depresyon başta olmak üzere anksiyete ( kaygı bozukluğu) gibi rahatsızlıklardan muzdarip insan olmasını sosyoekonomik ya da politik nedenlerde aramasın. Sokaktan geçen herhangi birine sorun “Ruh sağlığınızı en çok ne bozuyor?”  diye. Vereceği yanıt yüksek ihtimal “diğer insanlar ve kurduğum ilişkiler” olur. Yaşamın temel amacı kişisel ilişki kurmak ise sonucu da depresyon ya da kaygı bozukluğudur.

Şimdi; bu konuda yazmaya kalksam piyasadaki “İlişkiler Üzerine Yumurtlamalar” raconuna uymaz ve doğal olarak okunmaz. Bir de üstüne  bir sonraki yılın “Türkiye Ruh Sağlığı Profili” verilerine “SS” olarak bir katkı sağlarım. Çevremde bu alanda hiç de başarılı biri olarak tanınmıyor olmak da üzerine tüy diker. Ancak yine de anlatacağım. Lütfen piyasadaki “İlişki guruları” kadar görüşlerime de kulak verin. Hoş, benim  “aydınlanma” olayım pek de havalı bir dekorda gerçekleşmez ama olsun. Genelde mutfakta yemek yaparken aydınlanırım. Ancak, sağlam aydınlanırım. Şimdi, sıkı durun! Piyasadaki tüm kişisel gelişim ya da ne deniyorsa bu konuyla ilgili kitaplara bakın. Çoğunluğu, fos ve gerçeklikten uzaktır. Neden mi?  Çünkü, en başta ilişkilerin doğasını yanlış anlatırlar “İlişkinizi Nasıl Korumalısınız?”  gibi tuhaf sorular sorarak onları statik bir doğada değerlendirirler. Bu sabitliğin korunabilmesi için de öneriler sıralarlar. Oysa, çalışma arkadaşlarınız, çocuğunuz, sevgiliniz ya da komşunuz olsun fark etmez; kurduğunuz ilişkiler statik değil, dinamiktir. Diğer bir deyişle masallardaki gibi “sonsuza kadar mutlu ve süren bir ilişki” diye bir sabitlik keşfedilmiş değildir.  En az iki kişi ile kurulan tüm ilişkiler; zaman, mekan, diğer insanlar gibi her türlü dış etkenlerden etkilenir ve kontrolünüz dışında değişirler. İstediğiniz kadar kendinizi parçalayın ilişkileriniz tıpkı hava durumu gibi sizden bağımsız olan bir nanedir. Kitaplar, ilişkileri evinizdeki kristal avize gibi anlatsalar da onları koruyup, kollayıp parlatarak berbat bir hal almalarını ya da sonlanmalarını engelleyemezsiniz.

Eğer dinamik doğalarına karşın ısrarla enerjinizi ilişkilere harcamak istiyorsanız; hiç olmazsa ikinci öneriye kulak verin.  Anamızın karnından çıktığımızdan itibaren insanlarla ilişkilerde bize egoist olmamamız gerektiği öğretilir. Kimdir egoist? “Benim için benden daha önemli bir şey yoktur!”  diyen ve tüm yaşamını ve doğal olarak ilişkilerini buna göre yaşayandır.  “İlişkiler Üzerine Altın Yumurtalar” kitaplarında işte bu durum neredeyse bir hastalık gibi anlatılır. Bu şekilde düşünenlerden kaçmanız söylenir. Onun yerine bol bol alturizm yani bencilce duygularınızı ya da çıkarlarınızı olabildiğince bastırıp hep başkalarının yararını düşünerek yaşamak, davranmak ve ilişki kurmak öğütlenir. Buyrun! İlişkilerin statik değil dinamik olduğu gerçeğini yadsımaları yetmezmiş gibi iyice dibe vurun diye bir de “saçınızı ilişkileriniz için süpürge edin” derler. Bu şekilde davranmayı öğrenirseniz  eğer  patronunuz sizi daha çok sever birlikte akşam içmeye bile gidebilirsiniz. Birlikte zaman öldürmeyi sevdiğiniz üst komşunuz da -sırf ilişki bozulmasın diye ses çıkarmadığınızdan- belki tepenize halı silkelemeyi bırakır. Sevgilinizin arızaları da bu vericiliğinizle düzelebilir. Sevgili dostlar, mutfak aydınlanmalarım bana gösterdi ki “genel vericilik” sadece kan gruplarında işe yarar; insanlar arasındaki ilişkilerde değil.  Eğer, ellerinizin titremesini,  geceleri uykunuzun kaçmasını ya da öz saygınızın ‘verici’ olmak adına yerin dibine boylamasını istemiyorsanız  öncelikle ilişkilerle ilgili tüm kitaplarınızı çöpe atın. Bu saçmalıkları anlatan gurulara rastladığınızda TV nizi derhal kapatın. Yaşama amacınızı ‘Ben’ olarak belirleyin ve en değerli ilişkinizi kendinizle kurun.  Enerjinizi kendinize; zamanınızı ve paranızı da daha anlamlı kitaplara harcayın. Sevgiyle ve kendinizle kalın!

SS

Denetimli Serbestlik Ormanı

Yolculuk insana çok şey öğretir. Yola çıktığın zaman kenarından akıp giden manzaraya bakmasını bilirsen aklını kurcalayan birçok sorunun yanıtını da bulabilirsin. Tersine gidiyor gibi görünen kentler, kasabalar, köyler aslında sabit ve değişmezdir. Bu sabitlik yanıltıcıdır. Biraz daha dikkatli baktığında bu sabitliğin içinde yaşanılan değişimin ya da değişmeyecek olanın en gerçek biçimi görünür. Kurgusuz, montajsız ve yorumsuz bu manzara insanı acıtabilir.

Yaklaşık 50 yıl önce Oğuz Atay, Günlük adlı kitabında şu soruyu sorar: “Eskiden insanımız ‘kapalı’ olduğu için dünyanın farkında değildi. Bugün bütün dünyanın ‘müktesebat’ının korkunçluğunu artık hissettiği için eskiye dönmek istiyor. Onu ‘Kaybolan Cennet’ gibi görüyor. Bakalım ne yapacak?

Eski sistemin değerlerinden ve üzerimize biçtiği giysiden vazgeçmeyenler yaşanılan değişim karşısında dehşete düştü. Büyük kentlerin nezih semtlerine ve ülkenin batı sahil şeridine sıkışmış bu insanlar, tıpkı eskiden olduğu gibi, meydanlarda, eli her zaman batıyı işaret eden önderin heykeli önünde toplanmaya devam ettiler, ediyorlar. Bu toplu davranışın oldukça rahatlatıcı bir etkisi olduğunu kabul etmek gerekir. Yine de bütüne oranla küçük, ancak kendi içinde bin parçaya ayrılmış bu topluluk; değişimi kabullenemedi. Onlar, bu değişimin halkın yıllarca eğitimsiz bırakılmasından, eski sistemin korkunç yanlışlarından ya da genelin düşük zeka seviyesinden kaynaklandığını tartışa dursun! İçlerinden bazıları, tam tersi bir çıkışla, “Türkiye Rönesansı yaşıyor” diyerek kafaları iyice allak bullak etti.

İşte, yaşandığı öne sürülen Rönesansın geri dönülmez bir zaferle taçlandırıldığı günlerde, halkın neredeyse tamamı dinsel bir tatil dolayısıyla yollara düştü. Yeni sistemin “bu ülkenin has evlatları” dediği ve her anlamda temelini dayandırdığı sonradan varlıklı, sonradan kentlileri köklerine dönüyordu. Tüm ülke kavimler göçüne benzer bir hareket halindeydi. Yolları dolduran has evlatların pahalı, yabancı arabaları yeni giysinin simgesi Osmanlı tuğraları ile süslenerek bizleştirilmişti. “Batının kültürünü değil, teknolojisini alacaksın” mottosunun izindeki bu efendiler, ardı arkası kesilmeyen dev inşaatlar arasında otoyollar boyunca doğuya ilerliyorlardı.

Yolculuk sürerken ülkenin en büyük kentinin sınırları bir yerde bitti. O noktadan itibaren daha önce rastlanmamış bir serbestlik başladı. Zorla belletilen ve gönülsüzce uygulanan tüm kurallar, kentin sınırlarının gerisinde kaldı. Ucsuz bucaksız duble otoyollarda on binler artık içlerinden geldiği gibi hareket ediyor, ilerliyor, duruyor ya da etrafa bir şeyler savuruyordu. Bu serbestlik sonucunda sıklıkla tıkanan trafikte, Tuğralı ve pahalı arabalarının kapısını açarak otoyola ağız dolusu tükürenler bir anda hafızanın sandığından “why high one why” şarkısını çıkarıyordu. O şarkı yazıldıktan çok yıllar sonra bugün yine yerlere şapır şupur balgam atılsa ya da Adidas’la tekkelere gidilse de artık viski günah diye içilmiyor, gazinolar kapatılıyordu. Artık sadece Rock and roll’ a değil; yeni efendilere ters düşen hemen her şey için mapushane yolu da açıktı. Bugünün egemeni olan serbestlikte bu tür kara mizaha yer olmadığı gibi tehlikeliydi de. Manzara karşısında başı öte yana çevirerek fısıldaman en doğrusuydu: “Come on Abdullah go… Bu can sana kurban olsun!

Ülkeyi baştan sona kaplamış duble yolların her iki yanı kilometreler boyunca bitmez tükenmez çöp yığınları ile doluydu. Şehirler, kasabalar geçiliyor ancak yazın canlı yeşilini yersiz bir kar tabakası gibi kaplayan çöp yığınları bitmek tükenmek bilmiyordu. İnsanlar ‘dinlenme tesisi’ adını verdikleri mola yerlerinde her milimetresi aynı tabakayla kaplı zeminlerde oturuyor, uzanıyor, gülüşüp, eğleniyorlardı. Yollar, sanki bir kutlama için aynı anda harekete geçen ve arkalarında izlerini bırakan milyonlarca salyangozu ağırlıyordu. Bu serbestlik alışılmadık ve kafa karıştırıcıydı. Oysa eski sistem bu konuda bizleri eğitmek için 95 yıl boyunca elinden geleni yapmıştı. İlk yıllarında yolların ne tarafından yürünmesi, nasıl davranılması ya da nasıl giyinilmesi gerektiği gibi şeyler kolluk kuvvetlerinin de yardımıyla halka belletilmiş, okullarda yıllarca adabı muaşeret dersleri okutulmuş. Biz de yakın geçmiş olarak “Türkiye’ni temiz tut, yeşili koru. Arş çocuklar ileri, güzele doğru..” sloganları eşliğinde askeri düzende sıkı bir eğitimden geçirilmiştik. Belli ki şu an yaşanan Rönesansın ve hakim olan serbestliğin ilk işi, asla bizleşemeyen bu izleri hafızalardan silmek olmuştu. Yeni giyside bu tür Batı özentisi motiflere yer yoktu. O zaman anlaşıldı ki, neden bu toplu serbestlik hareketi mega kentin sınırlarının bittiği yerde başlıyordu. Çünkü halen eskinin hayaleti geziniyordu ülkenin batısındaki kentlerde. Ve artık bir hükmü olmadığı bilinse de hayaletin kuralları yeni efendileri tedirgin edip bir parça dizginlemeyi sürdürüyordu.

Anadolu’nun içlerine doğru araçlar ve bıraktıkları izler seyrekleştiğinde bu kez yollarda sıra sıra geçilen köyler, kasabalar ve kentler belirginleşti. Hiç değişmeyen ve hiçbir zaman da değişmeyecekmiş gibi görünen bir manzaraydı bu. Bir yıl belki de yüz yıl öncesinin aynı düzeninde yol kenarına sıralanmış okul, cami ve birkaç köhne ev…  Hepsi, içlerinde hiç insan yaşamıyor izlenimi veren bir ıssızlıktaydı. Köylerin hemen dışında bir çeşme. O çeşmeyi çevreleyen kavakların altında günışığının gizleyemediği ve kadın varlığına kapalı küçük gruplar. Her kasabanın girişinde de oranın övüncünü sembolize eden heykeller. İncelikten yoksun bir totemi çağrıştıran bu heykeller, kasabaların girişinde karşılıyordu seni. Onlarca kasaba, onlarca totem: Ceviz, koyun, boğa, pastırma, bazlama, mısıri seramik vazo… İnsan ister istemez düşünüyordu onları görünce; geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan bu yerlerden hiç mi övünülecek biri (bir iki dinsel önemi olan kişiler dışında) çıkmadı? Buraları, Köroğlu’nun ya da Dadaloğlu’nun nefes aldığı topraklar değil mi? Hiç mi gurur duymadı hemşerileri onlarla bazlama ile gururlandıkları kadar? diye.

Yeni yapılan bazlama ve boğa heykelleri dışında hiçbir şey değişmemiş ve değişmeyecek gibi görünse de gerçek öyle miydi? Eski sistem zamanında da yollar boyunca başına ‘kahraman’ ya da ‘şerefli’ eklenmiş kentler ve kasabalarda; üs geçitler, caddeler, okullar ve camilere adını vermiş tarihi isimler tarafından karşılanıyordun. Ancak, bu kez bilinen tarihin ve kahramanların yerinde yenileri vardı. Hiçbiri tanıdık ve hikayeleri bilindik olmayan adlar. Bu yabancısı olunan yeni tarihin içinde yol alırken geçmişten tanıdık tek bir sözcük göze çarpıyordu: Demokrasi. Eskiden alışık olunan üzere bugün de kilometre başı yollar yeni devlet büyüklerinin dev resimleriyle bezeliydi. Bu resimlerin altında ‘demokrasi’ övgüleri ve henüz tam hakim olunamayan yeni tarihin demokrasi zaferleri anlatılıyordu. ‘Demokrasi’ dışında eskiden bilindik diğer tüm kavramlar uçup gitmişti. Özgürlük, eşitlik, uygarlık, çağdaşlık… Artık yoktu yollarda.

Bunlarsız bir demokrasi güzellemesinin içinde yol uzayıp giderken gür ormanlar yerini sarı bozkıra bırakıyordu. Yolun başından bu yana yaşanılan tuhaf serbestliğe karşın havada bir sıkıntı hissediliyordu. Bildiğin ama dile getirmediğin ya da bilinen karşısında yapman gerekeni yapmadığında hissettiğin türden bir sıkıntı. Sadece başını yukarı kaldırdığında sarıya tezat mavi gökte uçan sığırcık sürüsü ve peşindeki kartalı gördüğünde yok olan bir sıkıntı. Gökyüzünü bırakıp yolun kenarından akan manzaraya dönünce bir tabela göze çarptı. Boş ve çorak bozkırın ortasına yeni dikilmiş üç beş fidan için konan bu tabelada ‘Denetimli Serbestlik Ormanı’ yazıyordu. Denetimli serbestlik de nedir?

Bilmediğim bu kavram yeni sistem için oldukça önemliydi ki adına bir orman yeşertiliyordu. Hiçbir şeyin değişmediği ve hiçbir zaman değişmeyeceği kentlerin birinde mola verildiğinde kent sakinleri, yollardaki serbestliğin benzeri bir telaşla etrafta koşturuyor, kurbanlık hayvanlarını arkalarından ittirmek suretiyle mezbahalara sokuyorlardı. Nereden ve nasıl geldikleri belirsiz ve görünüşleri yabancı bu canlıların çoğu bu toprakların aşina olduğu itaati sergilemiyordu. Zaten nereden ve nasıl geldikleri pek de önemli değildi; kanlarının akıtılması yeterliydi. Bu hummalı çalışma sürerken mola verdiğim bir yerde -tesadüf bu ya- ayaküstü sohbet ettiğim biri “denetimli serbest” çıktı! Kent girişindeki tabelanın görüldüğünü ancak anlaşılmadığını anlayarak açıkladı: “Denetimli serbestlik; mahkemece belirtilen koşullar ve süre içinde, denetim ve denetleme planı doğrultusunda şüpheli, sanık veya hükümlünün toplumla bütünleşmesi açısından ihtiyaç duyduğu her türlü hizmet, program ve kaynakların sağlandığı toplum temelli bir uygulama. Denetimli serbestlikle, hükümlülerin ya da şüphelilerin suç işlemesine neden olan davranışlarının düzeltilerek, tekrar suç işlemelerinin önlenmesi, cezaevine girip salıverilen hükümlülerin takip edilmesi ve bu yolla toplumun korunması amaçlanıyor. Ben; şüpheli bir gruba yakın olduğum şüphesiyle iki yıl hapis yattım. Oysa, bu kentte o gruba herkes ne kadar yakınsa ben de o kadar yakındım. Sonra, mahkeme suçlu olduğuma ilişkin yeterli kanıt bulamadı ve denetimli serbest olarak salıverildim. İşimi kaybettim. Eşim de benim yüzümden işini kaybetti. Artık devletin bize izin verdiği kadar seyahat etme ve çalışma hakkım var. İşte, o ormanın adı buradan geliyor. Ağaçları biz diktik.”

Bu kısa ve aydınlatıcı açıklama için minnettar olduğumu söyledim. O ise gülümsedi. mezbahadaki kurban sırası ona geldiği için iyi yolculuklar dileyerek sevinçli bir telaşla uzaklaştı. Denetimli de olsa serbestliğinden memnun bu insanı geride bırakıp yola çıkarken; havadaki sıkıntı daha da arttı. Yol boyunca manzaraya eşlik eden radyonun sesi geride kalan kentle ilgili haberleri iletiyordu;

“…Bu bayram halkımız ete doydu” müjdesini veren bakanımız kentimizde bir günde 4 bin 500 kişinin hastanelere gitmesine neden olan hastalık ile ilgili olarak vatandaşları bilinçli olmaya ve…”

SS

Çöp

Bana bir dayanak noktası ve yeterli uzunlukta bir kaldıraç verin dünyayı yerinden oynatayım.”

Arşimed

Ve bana iki demir çubuğa bağlanmış tekerlekler yeterli büyüklükte bir çuval verin; kenti tüm yükünden kurtarayım!”

Murat

Günün ilk ışıkları… Sessiz hayaletler sokaklarda. Kiminin yükü şimdiden ağır, kimi bir kelebek gibi hafif süzülüyor. Bir sokaktan diğerine. Gecenin en derin karanlığına dek sadece görmek isteyen gözlere görünecekler.

Öğlene doğru sokak kalabalıklaşıyor, ritmi hızlanıyor. Onlar hep aynı döngüde devam ediyorlar. Henüz 20 li yaşlara ulaşmamış iki genç kız. İkisi de incecik ve uzunca. En sevdikleri zaman gün ortası okulun sokağındaki marketin önünde oturdukları an. Demir ve brandadan oluşan ve onları görünmez kılan kabuklarını bir kenara bırakıyorlar. Hava sıcak ise soğuk içecek; değilse ucuz çikolata dişleyen ve aralarında kıkırdaşan herhangi iki genç kıza dönüşüyorlar. Hemen arkasından tek gözünün yokluğunu kır saçlarının gizlediği köpek yoldaşları ile yaşlı adam. Köpeklerden biri irice ve erkek. Diğeri daha ufak tefek ama semiz bir dişi. Her ikisi de adamla aynı ağır yükü çekercesine etrafla ilgisiz, yorgun, görünmez olduklarının bilinciyle dev çuvalı takipteler. Ancak geçen yazdan bu yana köpekler yok. Dişi ölünce, erkek olan izlemeyi bırakmış kederinden. Artık yalnız çekiyor onca yükü yaşlı adam. Ve sonra delikanlılar… Kulaklarında kulaklık. Hızlı, güçlü, atik ve sessizler… Sadece dinliyorlar ve arada birbirleriyle -bizim asla duyamadıklarımızı- konuşuyorlar. Ve topluyorlar: Kağıt, karton, metal kutu, plastik… Kentin tüm yükünü yükleniyorlar omuzlarına. Onlar işlerini bitirdiğinde ise yenileri geliyor. En yeniler, en yabancı olanlar: Kocaman gözlü çocuklar ve adamlar. Kadınları yok onların. Üstlerinde yeni geldikleri kentin onlara sunduğu giysiler eğreti duruyor – tıpkı onların da burada durdukları gibi- Altlarında kopup geldikleri toprakların renginde şalvarlar. Çıplak bileklerini açıkta bırakan sıcak çöllerden gelen bu kumaş sadece onlarla uyumlu. Tezat kuşanmış bu adamların bakışları yaban. Çöpleri karıştırıyor ve yanı başlarından akıp gidenlere bakıyorlar. Gözlerini yakalıyorum anda gülümsüyorum. Ve onu görünür kılıveriyorum. Bakışları bir kara deliğe dönüşüyor; her şeyi yuttu yutacak. Ağzı aralanıyor. Esmer yüzünde bembeyaz bir gülümseme beliriyor anlık. Sonra kayboluyor ve iki demirin ucundan yakalayıp çekmeye başlıyor. İşte bu en yeniler, hayaletler arasında en görünmez olanlar.

Mevsimler, yıllar, darbeler, tatiller, seçimler, depremler, şenlikler, direnişler, salgınlar… Hayat akıyor. Kent ve insanları her gün yeni bir gerçeğe uyanıyor, boğuşuyor ve öfkeleniyor. Sokakta sesler giderek daha yüksek çıkıyor, araba kornaları daha bir uzun ve tiz. Hayaletler ise kimi zaman kalabalık, kimi zaman zorla boşaltılmış ıssız sokaklarda aynı sakin sessizlikte devam ediyor. Onlar; zamanın bizlere getirdiklerinin dışındalar. Sabahın ilk ışıklarıyla… İki genç kız tam öğle vakti kaldırıma oturuyorlar. İki köpekli ve kör yaşlı adam– artık köpekler yok; biri ölünce diğeri takipten vazgeçti- yükü taşıyamayacağı kadar ağırlaştığında yerini yenilere bırakıyor. Delikanlılar ise çöp kutularının yanına çökmüş -bizim asla duyamadıklarımızı- fısıldaşıyor.

Tam o sırada, çöpe ufaklığın eski ayakkabıları bırakan bir anne çocuğuna bir şeyler tekrarlıyor: “Sokakta insanlara “merhaba” demelisin” Bir kabalık yapmış ufaklık. Kaldırımda ilerleyen ve utancın kızgınlığını yaşayan annenin yanından iki demir çubuğa bağlanmış tekerlekler ve çuvalı sürtünerek geçiyor. Çuvalın üstünde yaban gözlü bir çocuk – ayağındakiler az gerideki çöpün ganimeti – ve ganimet eski sahipleri ile yan yana ilerliyor. Ne anne ve ne de çocuk görmüyor, Belli ki hayaletlerin dokundukları da görünmez oluyor.

Oysa, onlar bizi görüyor. Hem de tüm çıplaklığımızla. En mahrem sırlarımızdan, neşemize, kederimize dek biliyorlar. Kendimizden aceleyle uzaklaştırdıklarımız–tıpkı bir parmak izi gibi- ele veriyor bizleri. Yırtılmış bir fotoğraf, bitmiş ya da henüz başlayan bir alışkanlık, kağıt, karton, metal kutu, plastik… Ağzı sıkıca düğümlenmiş, apar topar fırlatılmış bu izlerden okuyorlar her birimizi. Hayaletler her gün tüm kentin sırlarını yüklüyorlar çuvallarına. Çok büyük bir yük bu! Bilmeyi istemeseler de belli ki sessizlik yeminleri bu yüzden. Hayaletlerin her şeyi bildikleri için bizimle konuşmadıklarından emin oluyorum.  

Yıllarca uğraşıyorum, görünür kılıyorum ama sessizlik yeminlerini bozamıyorum. Sırlarını merak ediyorum. Annenin çocuğuna öğrettiği gibi ne bir “merhaba” ne de gülümseme kilit vurulmuş bu ağızları açamıyor. Benedik’tin Tarikati gibi suskunlar. Sadece nazik bakışlarla karşılık veriyor iki genç kız, yaşlı ve tek gözü olmayan adam, delikanlılar ve en son gelen en yabancılar… Gerçi bu sessizlik başlarına çok iş açıyor: “Muhtarın köpeği sabah ölü bulunmuş, başına taşla vurmuşlar. Onlar yapmıştır.”; “ Dün gece karşı apartmanın bisikletleri çalınmış, onlar yapmıştır…” Olanları görüyorlar, söylenenleri duyuyorlar, biliyorlar ama susuyorlar!

Ta ki o güne kadar… Salgını zamanı… Sokağa çıkmak yasak, onlar dışında! Çıkabilmek maskeli! Saatlere ayrılmış günler, kurallara bağlanmış temiz hava ve günışığı. Yaşlılar öğlen, gençler akşam üzeri. Sokaklarda üniformalılar dolaşıyor.  Alışık olduğumuz mavililer, yeni tanıştığımız kahverengililer… Sokaklarda insandan çok üniforma var ve bir de hayaletler. Çünkü onlar, zamanın bizlere getirdiklerinin dışındalar ve görünmüyorlar. İki demir çubuğa bağlanmış tekerlekler yeterli büyüklükte bir çuvallarıyla sessizce kentin yükünü çekiyorlar. Ancak, aniden bir grup kahverengili delikanlılardan birini görünür kılıyor -Belli ki boşluktan ve sessizlikten canları sıkılmış- Delikanlıyı bir çembere alıyor ve sürekli soruyorlar:

Masken nerede?” Sesleri giderek yükseliyor, balkondan olanı biteni izleyen bana kadar ulaşıyor. Delikanlı susuyor- onların sessizlik yemini var- kahverengililer ise vazgeçmiyor. Öfkeleniyorum; hayaletler maske kullanmıyor. Çünkü görünmüyorlar, kimse onlara yaklaşmıyor ve konuşmuyor. Hatta nerede ve nasıl yaşadıkları, ne zaman hastalanıp öldükleri ile de kimse ilgilenmiyor. Ve kentin tüm çöpünün içinde maske hiçbir işe yaramıyor, kirleniyor! Kahverengililer bunu bilmiyor mu? Bilmiyorum. Çok öfkeleniyorum. Sessizce dışarı çıkıyorum- oysa dışarı çıkmam yasak- gruba doğru yaklaşıyorum. Kahverengililer bağırmayı sürdürüyor, delikanlı susuyor. Çemberi yarıyorum, yanına yaklaşıyorum ve uzatıyorum. Hiç konuşmuyorum, hiç konuşmuyor. Kahverengililer şaşkın bakıyor. Bana soru soruyorlar, bir şeyler söylüyorlar, yanıt vermiyorum. Sessizlik yemini ediyorum. Çünkü konuşursam, kentin tüm yükü bir ejderha gibi kusulacak üzerlerine. Şimdi anlıyorum!!  Gürültüye devam ediyorlar, susuyorum. Ve susmaktan hiç korkmuyorum. Delikanlı uzattığım maskeyi sessizce alıyor, takıyor. Dönüp, geri gidiyorum. Ben de görünmez oluyorum.  Sonra o günü unutuyorum, haftalar geçiyor. Sokak kendi ritminde. Yasaklar biraz azaltılmış. Kaldırımda yürürken iki demir çubuğa bağlanmış tekerlekler ve yeterli büyüklükte bir çuval yanıma yaklaşıyor, delikanlıya gülümsüyorum. Delikanlının ilk kez sesini ve yarı aralanmış ağzından dökülen birkaç cümlesini duyuyorum: “Abla, ne zaman bir şeye ihtiyacın olursa söyle…

SS

Ahtapot

ve demek istediğim…”

Ahtapot çok zeki, tehlikeli ve zor bir hayvandır. Bir ahtapotun peşine düşmek ise daha zor. Her balıkçının, amatör dalgıcın “ben yaparım” demesiyle olmaz. İnsanı rezil eder, hatta öldürebilir. Nasıl mı?

Bir ahtapot avlayabilmek için öncelikle ustasıyla birlikte dalman gerekir. Hem de bir kez değil, defalarca… Hiçbir şey yapmadan gözlemlemek, ustanın ahtapotun izini sürmesini ve avlamasını öğrenmek ve en önemlisi ahtapotu tanımak için. Vurgun yemeden ne kadar derine inilir? Ahtapotun çok sevdiği buz gibi sularda ve derinin kuytularında ne kadar beklenilir? Ona sonsuz kumlarda ya da kayalıklar arasında mı rastlayacağınızı ancak ustası bilir. Ve onunla karşılaştığınızda nasıl hareket etmeniz gerektiğini de…Öte türlü iyiden iyiye bilmeden dalınırsa, ahtapotu hiç bulamayabilir ya da bulsanız da derinlerden sağ çıkamayabilirsiniz.

Öncelikle keskin gözler ve mükemmel gözlem yeteneği ister ahtapot avcılığı.  Çünkü ahtapot kumda ise kumun, kayalıkta ise kayanın rengini alır. Taş kesilir, kum kesilir kıpırtısız kalır ta ki bir av ona yaklaşana dek. Henüz sen onun varlığını hissetmeden O, çok uzaklarda olan varlığını hisseder ve beklemeye başlar. Hem avını hem de avcısını bekler. Beklemeye geçen ahtapot saatlerce kıpırtısız kalabilir. Etrafındaki her şeyle ayırt edilmesi imkansız biçimde bütünleşmiş haldedir. Usta bir ahtapot avcısı da bu şekilde onu bekleyen avını sadece önyargısız bir bakışla fark edilebileceğini bilir. Önyargısız olmalıdır çünkü bu sinsi hayvanın çoğunlukla kayalıklarda gizlendiği konuşulur yeryüzünde. Denizin karanlık, kuytu, ulaşılması en zor kısımlarında olduğu söylenir. Oysa, ahtapot bunu bildiğinden çoğunlukla denizin olabilecek en kolay, aydınlık, korunmasız ve sığ kısmında pusuya yatar. Acemi avcı duyup dinledikleri ile kayalıklara ve denizin en derinlerine yönelir. Ancak usta, her defasında önyargısız daldığı denizin her bir köşesine aynı şüphe ile bakar. Sonunda da kumdaki minicik bir izden ya da anlık bir hava kabarcığından bulur ahtapotu. Bulduğunda ise dalgıcın tıpkı onun gibi kıpırtısız bir kayaya ya da kuma dönüşmesi gerekir ta ki ahtapot bir balığa kilitlenerek nefsine yenilip seni unutana hareket edene dek. Bir çeşit sabır ve strateji savaşıdır bu. Eğer avcı acemiyse heyecana kapılıp ahtapottan erken hareket eder ve koskoca deryada zorlukla bulduğu avın izini yitirir. Çünkü bir ahtapot her zaman suda bir avcıdan hızlıdır. Aniden kumların ya da kayalıkların içinde kaybolur. Geç hareket edildiğinde ise ahtapot avını kapar ve yine avcı yetişemeden denizin renklerinde kaybolur. Tek bir şansı vardır avcının: Ahtapotu doğru tanımlamak, tam zamanını beklemek, tıpkı bir ahtapot gibi,  avıyla aynı anda ve hızda hareket etmek…  İşte tüm bu şartlar bir araya geldiğinde ahtapot avına, avcı da ahtapota tek ve öldürücü hamlesini yapar. Ahtapotla avcı arasındaki mesafe de önemlidir. Eğer avcı gereğinden fazla uzaktaysa ona yetişemez. Çünkü O kritik anda, ahtapot sadece avcının çıplak eliyle yakalanabilir ki uzaklık buna engel olur. Parmaklarının arasından kayar, gider. Eğer gereğinden fazla yakınlaşırsa da bu zeki yaratık avcıyı av yapar. O minicik ve zararsız görünen hayvan bir anda avcının en hassas yerine boğazına ya da yüzüne kollarını dolar.ve seni boğar. Usta avcılar ahtapotun kollarına hiç bulaşılmaması, onlardan uzak durulması gerektiğini bilir.  Onun yerine çıplak elleriyle ani bir hamle yaparak ahtapotu gövdesinden yakalar ve hiç vakit kaybetmeden (ahtapotun kolları avcıya ulaşmadan) onu öldürür.

Bir ahtapotun kolları o denli güçlüdür ki şaşırırsın. Kaç genç ve kuvvetli adamın atletik yapısına güvenip ahtapotun peşine düştüğünü; şanslı ise bir zaman sonra da yüzlerinde panik ve incinmiş bir gurur ifadesiyle sudan çıktığına tanık oldum. Bu utanç dolu adamlar yanımıza gelerek nefes nefese kendilerini kumlara bırakıp minicik bir hayvanın kendilerini ölümle burun buruna getirmiş olmasıyla afallamış halde neredeyse ağlamaklı, ahtapotun nasıl boyunlarına ya da yüzlerine dolandığını ve bu güçlü kollardan nasıl uzun süre kurtulamadıklarını anlattılar. Usta avcılar ahtapotla şaka olmayacağını bilir. Ve denizin derinlerinde onu hafife almanın ne büyük aptallık olduğunu da.

Peşine düşen kim bilir kaç kişi suya girip de çıkamadı da hiç duymadık derinlere dalıp da “ahtapot saldırısında öldü” denilen birini. Çünkü sinsi ahtapot kollarını doladığı avına yani avcısına inanılmaz bir güçle yapışır ve sıkar. Onu bu şekilde derinlerde boğduktan sonra da hiç iz bırakmadan ortadan yok olur. Ya “vurgun yedi” denir bu acemi avcılar için ya da başka bir şey… 

Yeryüzündeki ahtapotla aramızda olan biten de tıpkı denizdeki gibidir. İnsanların dünyasında, kollarının orduyu, siyaseti, akademiyi, sanatı, evleri, ilişkileri… kısaca hayatın her alanını sıkıca sardığını bildiğimiz, hissettiğimiz ama kolay göremediğimiz, seçemediğimiz ve “budur” diyemediğimiz ahtapot da denizdeki adaşı gibi davranır. Yüzyılların birikimi olan devlet geleneği, aklı ve sinsiliği ile hareket eder, uzunca bir süre sessiz kıpırtısız da kalabilir. Ahlak ve erdemle ve benzeri kavramlarla hiç işi yoktur ancak kolları bu kavramları ustaca kullanıp kamufle olmayı çok iyi becerir.  Kendi kurallarını kendi koyar ki bu kurallar da ortama göre sürekli şekil değiştirir. Bazen kum olur, bazen kayalık; bazen mağduru oynar, bazen kurtarıcıyı… Bu hileler için ise daima kollarını kullanır. Denizdeki akranının 8 kolu vardır, yeryüzündeki ahtapotun ise sayısız kolu olabilir. Her bir kol birbirinden tamamen görünüşlerle, görüşlerle ve söylemlerle karşımıza çıkar, kimi gövdenin avı gibi konuşur kimi avcısı… Ancak, gerçekte hepsi aynı gövdeye bağlıdır.  Aynı denizdeki akranının kullandığı gibi kullanır kollarını. Bu kollardan biri koparsa eğer hemen yerine yenisi gelir. Üstelik, sürekli kol değiştirir, dün düşmanı olan bugün kollarından biri olabilir ya da tam tersi. Asla dürüst insanların anlayacağı bir dilden konuşmaz, onların bildiği netlikte hareket etmez bu kollar. Asırlardır yerleşik olduğu ortamında hiç değişmeyen kendine özgü taktikler ve hinlikler geliştiren yeryüzü ahtapotunun en sevdiği hile, bir kolu ile diğer kolunu karşı karşıya getirip birine ezen diğerine ezilen rolü vermektir. Ya da sağdaki kola dikkatleri çekip oyalarken avını, asıl sol kolla pusuya yatıp saldırmaktır. Hangi kolun kendisini avladığını çoğu zaman anlayamaz bile zavallı kurbanlar. Ahtapotun kolları kişilerden, gruplardan, siyasi partilerden, gazetecilerden, yazarlardan… kısaca herkesten ve hepimizden meydana gelebilir. Kollar, yüksek sesle dile getirilen ve aslında ahtapotun gövdesinde üretilen siyasetle komplo teorileri ya da kutuplaştırma yöntemleri kitleleri oyalar, taraf yapar ve çoğunlukla birbirine düşürür. Bir bakmışsın ki herkes ahtapotun kollarına çeşitli yerlerinden tutunmuş, birbirine dolanmış kalmış ve sonunda da boğulmuş! Daha fenası da düşmanının gövdesini asla farkına varamamış ve ulaşamamış. Kolların bir görevi de birinin diğerini işaret edip insanları onun  “gövde” olduğuna inandırmaktır çünkü. Bu karmaşa içinde kopan ya da koparılan kollar ahtapotun hiç umrunda olmaz. Oysa, ahtapot tüm gücünü kollardan alır,  kollar olmadan bir gövde tamamen savunmasız, işlevsiz ve işe yaramazdır. Bu yüzden ahtapota vurucu darbeyi indirmek isteyen en hassas yerine yani onun gövdesine ulaşmalıdır ki bu da ancak kolların entrikalarına, komplolarla oyalama yöntemlerine hiç bulaşmadan mümkündür. Çünkü kollar kişiler, gruplar, hizipler vb… Gövde ise tüm bunları üreten mekanizmadır. Sadece ustaca soğukkanlı bir yaklaşımla önyargısız bir gözlem ve bakışla doğru tanımlayabilirsin gövdeyi. Her yere, her şeye her kola hep aynı şüphe ile yaklaşarak bulunabilir ancak gövde.  Onu ararken şüpheyi bir kenara bırakıp herhangi bir kola güven ve inanç geliştirenler ise tamamen ahtapotun sinsi hilelerine yenik düşer, av olur. Ahtapotun yüzlerce kolunun en önemli ve ortak görevlerinden biri budur: Avlarının güvenini ya da sempatisini kazanmak ve onları sürekli çatıştırmak. Olur da tüm bunları aşıp yem olmadan gövdeye ulaşırsan ahtapotu alt edebilmek için yine aynı ustalıkla, doğru zamanda ve çok hızlı hareket etmek gerekir. Zeki, sinsi ve güçlüdür, şakaya, hafife almaya ya da sığ bir bakışla aceleye getirilmeye ya da oyalanmaya gelmez.  Tıpkı denizdeki akranı gibi…   Dedik ya vakit kaybedersen ya da şüpheden vaz geçersen ya da kollarının arasına düşersen bir anda şekil değiştirebilir, karşısındakini yanıltabilir ve sonunda kendisini yok etmeye geleni kimseler fark etmeden ve hiç iz bırakmadan boğabilir.

Bizler hep ahtapotun kollarıyla uğraşıyoruz. Son da kaçınılmaz biçimde derin sularda avlanmak oluyor.

SS

Hakikat Bir Samanın Altında Saklı!

Çocukluğumun puslu ama güçlü anılarıdır Afife büyükannemin anlatıları. O kanepede oturur, ben yanına ilişirdim. Sürekli bir şeylerle uğraşır; kimi zaman pamuk ve tutkaldan çiçekler, kuşlar ya da keçiler yapar; boyar kimi zaman da nakış işlerdi. Ancak her ne yaparsa yapsın, elleri gibi kafasının içindeki düşünceler de hiç durmazdı. Kısık, sakin ama otoriter ses tonuyla hep bir şeyler anlatır; anlattıklarını da adeta yeniden yaşardı. Hiç sıkılmadan saatlerce dinlerdim. Söylediklerini gözümde canlandırmaya çalışır, bir taraftan da oyalanmam için bana verdiği -o an ne yapıyorsa küçük bir benzeri-  ile uğraşırdım. Yıllarca süren bu sahnede sıklıkla tekrarladığı ama niye tekrarladığını hatırlayamadığım bir cümlesi vardı; “yalan; bir saman parçası gibidir; ufacık bir esintide saman uçar gider de hakikat ortaya çıkar.”  Bu cümleyi her duyduğumda zihnimde loş bir yerde ufak bir saman çöpü, kuşun kanat çırpışı gibi belli belirsiz sesle gelen esintiye kapılır; bir anda yükselerek kaybolur; ardında yarı saydam, şekilsiz ama sert bir cismi yani hakikati bırakırdı. Bugün halen ‘yalan ve hakikat’ ile ilgili bir şey duysam bu imge aklıma gelir.  Şimdi düşünüyorum da bana hiç “yalan kötüdür” ya da “yalan söylemek günahtır, yalan söyleyenler kor ateşlerde yanar” gibi cümleler söylemedi. “Asla yalan söylemedim, hiç” de demedi. Çünkü biliyordu ki bu, bir insanın söyleyebileceği en büyük yalandı.

İnsanlığın yalan ve hakikat kavramlarını sorgulaması çok eski tarihlere dayanır. Antik çağlarda bugüne felsefenin etik alanı bireylerin, bir çıkar elde etmek amacıyla olmadığı sürece beyaz yalanlar söylemesinin yanlış olup olmadığını tartışır. Yalana en katı şekilde karşı çıkanlardan biri olan Aziz Augustinus; gençliğinde önüne gelen yalan söylemesiyle tanınır. Bireylerin yalanla olan ilişkisi dışında toplum düzenini sağlamaya, yönetmeye talip olan yapıların, devletin ve siyasetin de yalanla kadim bir bağı vardır. Bireysel olarak yalan söylemeyi genel anlamda reddeden Platon; “ideal devletin bekçilerinin, kitleler yerlerini bilsin ve toplumsal uyumu bozmasınlar diye soylu yalanlar söyleyebilir…” fikri ile devletin yalanla olan bağını daha o zamanlardan ortaya koyar. Hakikati inkar, örtme, gizleme, eğme, bükme ya da yerine yenisini yaratma ( Neo hakikat)… Her ne şekilde olursa olsun, insanoğlu iki ayağının üzerinde dik durmaya başladığından bu yana siyasetin yönetme arzusunun ve bundan doğan devlet kavramının vazgeçilmez aracıdır yalan. Tarihe şöyle bir göz attığımızda devlet yönetme sanatı ile hakikatlerin azılı iki hasım olduğuna ilişkin sayısız örneğe rastlarız. Birinin var olabilmesi için diğeri saklanabilir, inkar edilebilir, zenginleştirilebilir, tamamen yansıtılmayabilir, eğilebilir, bükülebilir, yerine yenisi yaratılabilir… vb. Dinlerde de durum farklı değildir. Kullara “yalan, yasak ve günahtır, cehennem kapılarının anahtarıdır” dense de uygulamada ve söylemlerde yalan reddedilmez. İslam’da Takkiye doktrini bunun en iyi örneğidir: “hayat kurtarmak, yerel huzuru sağlamak ya da yolcuların güvenliğini sağlamak, barışı korumak…” gibi durumlarda yalan söyleme izni verilir. Yahudilik; Hristiyanlık, Budizm ve diğerleri de benzer şekilde yalana esneklik tanır. Ancak bu yazıda üzerinde durmak istediğim asıl mesele; devlet, yalan ve hakikat ilişkisi sonucu bizlere kesilen fatura olacak. Düşüncelerimi aktarırken Ralph Keyes’in Post Truth Era  ( Hakikat Sonrası Çağ ve Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma) adlı kitabını referans aldığımı ve yer yer alıntılar yaptığımı belirtmek isterim.

Saman altından su yürütenler

Saman altından su yürütmek  –yani kendisinin yaptığını belli etmeyerek gizli işler çevirmek ya da ortalığını karıştırmak kısaca dürüst ve açık olmamak– siyasetin ve devlet idare etme sanatının mihenk taşıdır. Yalan da bu sanatı icra etmek için gerekli olan en temel araçtır. Platon’un bile ideal devletten söz ederken bunu gizlemeyerek; açıkça ifade ettiğini vurgulamıştım. Dünyanın her yerinde ve her çağda bu, böyledir. Devlet; hakikat ile anlaşamaz, yalan söyler! Hiçbir yönetim, hakikati olduğu gibi kullanmaz, kullanamaz; işin doğası böyledir ancak oldukça geniş bir spektrumu vardır: Örneğin demokrasiye ve köklü bir hukuk sistemine sahip devletlerin yönetimlerinde yine yalanlar söylenir ama hakikat ile olan ilişki totaliter bir devlette olduğu gibi değildir. Bireylerin ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü hakikatin tamamen yok edilmesine izin vermez, ortaya çıkarır ve gerekirse hükümeti değiştirir. Watergate Skandalı, bana göre bu duruma verilecek en iyi örneklerdendir. Totaliter yönetimde ise yalan bir varoluş biçimidir. Çünkü totaliter rejim, var olabilmek için toplumda yeniden bir benlik yaratmak zorunda olduğundan her alanda hakikati de yeniden üretmek zorundadır (YeniHakikat)Saman altından su yürütmek üzerine kurulmuş bir sistemde saklanan, yasaklanan hakikatin yerine her gün yenilerini üretecek ve bunları halka ‘hakikat’  diye yutturmaya çalışacak adeta bir saat gibi işleyen mekanizmalar kurulmuştur. Komünistlerin tümüyle yalancı periyodik yayın organlarının adının ‘Pravda’ (Hakikat) olması… Rastlantısal değildir. Bireylerin ifade özgürlüğü  ya da özgür bir basın zaten totaliter bir rejimin ilk yok ettikleri arasındadır. Özetle, demokratik bir rejimde toplumun devletin söylediği yalanlar sorgulama, hakikate ulaşabilme ve hesap sorabilme şansı varken; totaliter rejimlerde bırakın gerçeğe ulaşmayı yerine yaratılan YeniHakikat ten şüphe edildiğinde bile devlet bu kez sopa yöntemini dener.

Dezenformasyon ve yalan haberle  mücadele!

Bugün bizim devlet, yalan ve hakikat ilişkisinde spektrumun neresinde yer aldığımız sorulursa Meclis e bugünlerde sunulan yeni bir tasarıya göz atmamız yeterli olur: İktidar partisi, özellikle sosyal medyada kontrolü dışında yayılan haber formatındaki hakikatlerin önüne geçebilmek için Meclis’ e ortağı ile birlikte bir yasa tasarısı sundu. Bu yasa tasarısı oldukça ilginç maddelere ve eklentilere sahip;Hükümete bağlı yetkililer; dezenformasyon yasasıyla siyasi liderlerin “hukukunu koruyacak, toplumsal lince, siyasal lince maruz bırakılmalarının önüne geçecek bir düzenlemeyi yapmak istediklerini” ve bu yasaya tüm siyasi liderlerin ihtiyacı olduğunu savundu. Siyasi liderler hakikatten neden çekinsinler ki? Hükümet ortağı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise yasa teklifinin amacını  “Elon Musk’lar Türkiye’de türemesin” diye açıkladı. Elon Musk neyi ifade ediyor? Twitter ı, bilgiyi yayma ve paylaşma özgür alanını, ifade özgürlüğünü…?  Basın özgürlüğüne bugüne dek görülmüş en büyük ve geniş çaplı sansürü getiren bu yasa tasarısı “ Hakikat” olmadığına karar verilen bir bilgiyi paylaşan, yayınlayan ya da üzerinde yorum yapan kişileri hapse atabilecek. Peki, bir bilginin “Hakikat” olup olmadığını kim belirleyecek? Devlet! Ne için? Siyasi liderlerin hukukunu koruyabilmek için. Hangi hukukunu? Saman altından su değil artık sel yürütmüş olan bir yönetimin yalankolik tarzını sürdürme ve incilerinin ortaya saçılmasını engelleme hukuku değildir, umarım! Bizde olmaz! Bu yasa tasarısı kanunlaştığında, haber alma, haber verme hakkı ve özellikle ifade özgürlüğü sistematik bir şekilde ihlal edilecek. En önemlisi de “Dezenformasyon”  tanımı bilimsel temellerle değil, yöneten tarafından isteğe bağlı tanımlanacağından hakikat yerine YENİHAKİKAT yaratma yetkisi devlete resmi olarak verilecek. Hükümetin hakikatle ilgili gri, belirsiz alanlara ihtiyacı var ki bu yasa tasarısı da bu ihtiyacı fazlasıyla karşılayacak gibi görünüyor. Sonuç olarak, geline noktada sizce spektrumun neresinde yer alıyoruz? Yeni yasa tasarısının adına geçmişe ithafen Pravda ( Hakikat) Yasası  dense yanlış olur mu? Bence olmaz.

Hannah Arendt der ki; “… Totaliter rejimler, yalanlara inandırmak için halkın beynini yıkamaya çalıştıklarında, bu yalanların muhatapları söylenen her şeyi sorgulamaya başlar. Zamanla, hükümetlerinin kendilerine söyledikleri hiçbir şeye inanmamaya başlarlar hatta kanıtlanabilenlere bile…Yalanın ters etki yapacağı bir nokta mutlaka gelir…” Ve istedikleri kadar yasalarla, korkutma, cebir ve şiddetle  hakikati toplumdan saklamaya çalışsınlar, Afife büyükannem de der ki “yalan; bir saman parçası gibidir; ufacık bir esintide saman uçar gider de hakikat ortaya çıkar”  Gerçekten de hakikatlerin er geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır ve tarihte tersi henüz yaşanmamıştır. Açık bir pencereden içeri dolan hafif bir rüzgara bakar.

SS

Hüsamettin Bir Paket Çay Fırlat

 “İnsan, akıllı ve inanan bir varlıktır. Aklı olmayanın dini de olmaz… İnsan;  eşref-i mahlukat, yani yaratılmışların içinde en şerefli olanıdır…” Tut dilini kadın tut! Aklına gelene göre sen akılsızın önde gidenisin…

Bir insana, eşref-i mahlukat olduğu için dünyaya gözünü açtığı anda hazır paket doğum hediyesi midir akıl? Bence yok öyle bir şey. Sıklıkla karıştırıldığı üzere kişiden kişiye; türden türe değişen varlığın öğrenme kapasitesi ya da hızı da değildir. Aklın ne olduğu antik dönemden bu yana tartışıladursun biz; İoanna Kuçuradi’nin tek cümlelik tanımı ile yetinelim: “Akıl, bağlantı kurabilmektir.” Evet! Varlığın; varoluşu, hisleri, eylemleri ve etrafını çevreleyen tüm evren ile bağlantı kurabilmesi; bu bağlantıları sorgulayarak değerlendirebilmesidir akıl. Buna da her eylemi öz irade ile düşünerek gerçekleştirme yetisi dersek yanlış olmaz. Bu yeti de bilgi ile sonradan öğrenilebilir ve geliştirebilir özelliktedir.

Şimdi; akıl kavramıyla yaptığım tangonun temposunu biraz hızlandıralım. Gerçi bu durumu, aklın beni dansa kaldırması diye tanımlamak daha doğru olur. Çünkü, temponun hızlanıp hızlanmayacağına ya da dansın ne zaman sonlanacağına karar verecek olan odur. Değil mi ki içimize işleyen temel yanılgılardan biri tam da budur: Eşref- i mahlukat olarak aklın tepeden inme sahibi ve hakimi olduğumuz inancı… Bu yanılgıyla ortalarda gezineduralım; geri kalan tüm canlıları da o ‘akıldan’ yoksun kabul etmek gibi bir yanılgıya daha düşeriz. Neden mi? Çünkü, en başta kutsal kitaplarda böyle yazar. Yanılgının kaynağı tam da bu vurgudur. Sayesinde, akıl konusunda gereğinden fazla küstahlaşmış bir tür olarak dönenir dururuz çağlardır. Bizi bu denli havaya sokan da diğer türlerden farklı olarak sembolik düşünebilme kapasitesimiz ve  dili kullanabilme yeteneğimizdir. Evet, düşünüldüğünde tepeden inme hazır paket bahşedilmiş yegane üstünlüğümüzün bu olması mümkün. Ancak bu üstünlük tek başına “akıl” demek değildir. Bu özellik; yalnızca düşüncelerimizi dış dünyaya yansıtma yöntemi ve onların dışa aktarımının en temel yardımcısıdır. Ancak, asla tek başına aklın göstergesi değildir. Oysa eşrefi mahlukatların çoğu konuşabilmenin, bir dili kullanabilmenin ya da sembolik aktarabilmenin “akıllı” kabul edilmek için yeterli olduğuna inanır. Bu bakış açısıyla da diğer türleri aşağılar; kuşlara dudak bükerek “kuş beyinli” demesi gibi… Oysa, bir karga “kuş beyni” ile kendisi ve dış dünya arasında bağlantılar kurabilir. Gözlemler, analiz eder. Çoğu zaman da bir eylemin neden sonuç ilişkisini birçok türdeşimizden daha mükemmel kavrar yani düşünebilir. Yiyeceği cevizi yüksekten attığında kırılacağını bilen bir karga, yola düşürdüğü cevizin üzerinden insanların kullandığı metaller geçtiğinde işinin kolaylaştığını  deneyimler; bağlantı kurar. Ve tekrar ceviz kırmak istediğinde bu kez onu düşünerek yola atar. Saksağan gibi bazı türleri aynada kendini tanır. Varlığı ve evren arasında bağlantı kurar ki en zorudur. Birçoğumuz yaşam boyu beceremez bunu. Yine de kendilerini dil yoksunu kargalardan ve diğer tüm canlılardan daha akıllı görürler.

“Kuş beyinli” demişken çoğunluk eşref-i mahlukat, papağanları türdeşleri arasında daha akıllı bulur. Nedeni de papağanın içgüdüsel taklit yeteneği sayesinde, dili kullanıyor olmasıdır. Papağanın ezbere dayalı sıraladığı bize tanıdık kelimelerin hatta cümlelerin anlamsız, bağlantısız, düşünceden yoksun olmasının pek önemi yoktur: “Şakir, ağzına sıçarım, fıstık, günaydın, zırrttt…” Gördüğüm tüm papağanlar, tam da bu anlamsızlıkla -ama neredeyse inançla- kafasını ileri geri hareket ettirerek; bazen tepe taklak dönerek duyduğu tüm sesleri taklit eder. Kafesinde hiç durmaksızın kelimeleri, sesleri sıralar ve tekrarlar. Her gagası açıldığında da alkış alır: “Vaaay, ne akıllı kuş!”

Oysa, papağanın konuşmasında; aklın zerre izi yoktur. Ancak dili akıldan önde tutan; hatta onu akılla karıştıran eşref-i mahlukat için bu önemsizdir. Hoş, o da papağanından pek farklı değildir ya!  Konuşabiliyorsa, üstüne sorgusuz sualsiz de olsa bir şeylere inanıyorsa “akıllısın” denmiştir ona da. Ne de olsa akıl denilen şey; konuşmaktan, belki anlamsız ama inançlı alkış tutmaktan ve ezberden ibarettir onun için.

Aramızdaki kurnazlar da papağan aklını pek severler. Etraflarında hep böylesi olsun isterler. Kendileri de istedikleri hedefe varana dek aynı papağan gibi hiç durmadan bir şeyleri tekrarlayıp dururlar. Zaten başka da bildikleri var mıdır bilinmez! Aynı sözleri, cümleleri art arta durmaksızın sıralarlar. Çoğunluk bol inanç soslu nakaratlardır bunlar: “Durmak yok, yola çıkan… Hangi yol? Yolum, yolundur yolu… Arş bir ileri, iki geri…” Böyle surer gider ta ki istediğini elde edene dek. Güce ulaştıklarında ise etrafta başka tür bir aklı istemezler. Eylemlerinin ve sözlerinin -bir karga kadar bile- sorgulanıp değerlendirilmesine tahammülleri yoktur. Durum bu olunca ilk icraatları da varolan sistemi papağan aklının tuhaf örgüsüne uygun düzenlemek olur. Ve çok iyi bilirler ki muktedirliğin; kalabalıkları görünmez kafeslere kilitlemenin yolu ancak dili aklın önüne geçirmekten geçer. Muktedirlerin söz dizgeleri pek anlamlı olmaz, önemli de değildir. Arada kafeslediği papağanlara fıstık atması ve sürekli onlardan istediklerini tekrarlaması yeter de artar. Ve bu yüzden, sürekli yüksek perde konuşur ve tekrarlar. Artık her yerde onların gürlemesini duyabilirsiniz: “Uzayda bayrak dalgalanacak, dünya bizi kıskanacak, vatan, bayrak, din, şehit, şeref, inanç… Aç? Hüsamettin bir paket çay fırlat…”

Kafeslenmiş yığınlar da karşılık verir: “Öl de ölelim, arada portakal keselim, kefeni cepli, Şakir, dünya lideri…”

SS

Babil’in Laneti

Babil Kulesi efsanesi, yeryüzünde gelmiş geçmiş tüm insanların birbirlerini neden bir türlü anlayamadıklarının en eski hikayesidir. Efsaneye göre insanlar, Tanrıya ulaşmak için, uyum içerisinde ve büyük bir istekle göğe yükselen bir kule inşa etmeye girişirler. Denilene göre o sıralar herkes birbirini anlar ve anlaşılır.  Kule, çok geçmeden yükselmeye başlar ve bunu gören Tanrı çok kızar. Gazabı korkunç olur. Kule inşa eden ama aslında kendine öykünen her insana ayrı bir dil verir. Yetmez, bir de onları dünyanın dört bir yanına savurur. İnsanlar birbirlerini anlayamadıkları ve anlaşılamadıkları için kulenin yapımı da durur. Ve dünya çok sayıda ulus ve bu uluslara ait binlerce dil hatta aynı dili konuşsa bile biri diğerini asla anlamayan ve hiçbir zaman anlamayacak olan insan yığınları ile dolar. Bu nedenle,  Babel  olan Babil, Eski Ahit’te ‘kargaşa, anarşi’ anlamına gelir. İşte tam da budur insanlık tarihinden bugüne var olan durumumuz.

Geçmişte olduğu gibi bugün de “ötekini anlayamama” ya da “ öteki tarafından anlaşılamama” nın nedeni kullandığımız dil midir? Peki, aynı dili konuştuğumuz insanları gerçekten anlayabiliyor muyuz? Ya da dilini öğrendiğimizi? Efsane anlatılandan farklı gelişmiş olabilir mi? Kendine öykünülmesine çok kızan Tanrı, ya kaosun başlangıcını farklı şekillendirdiyse?

Efsanenin bir de şöyle olduğunu var sayalım; insanlar, Tanrıya ulaşmak için, uyum içerisinde ve büyük bir istekle göğe yükselen bir kule inşa etmeye girişirler. Neden Tanrıya ulaşmayı kafayı takarlar? Çünkü, “ötekini anlamanın” ve “öteki tarafından anlaşılmanın ” sırrını keşfederler.  Geriye bilinecek ve anlaşılacak bir Tanrı kalır. Eğer, ona ulaşır, bilir ve anlarlarsa her birinin birer Tanrı olmasının önünde ne engel kalır ki?  Kendi aralarında- bizim bugün asla anlayamayacağımız- bir uyum ve istek içerisinde bir kule inşa etmeye girişirler. Kule, çok geçmeden yükselmeye başlar ve bunu gören Tanrı kızar. Kule inşa eden ve kendine öykünen her insana ayrı bir dil verir ve her birini dünyanın çeşitli yerlerine savurur. Ancak bununla yetinmez, öfkesi çok büyüktür. Aynen kulenin her bir tuğlası gibi, ötekinden her duyulan söz de her kafaya ayrı bir tuğla gibi eklenecektir artık. Bu tuğlalar her insanın kendine özgü duvarını oluşturacak ve biri diğerini bir daha asla anlayamaz, biri de diğerince asla anlaşılamaz olacaktır. Dilin ayrılığı, her bir insanda ayrı şekillenen bu korkunç duvarları gizleyen bir görüntüdür sadece. Birinin gerçeği, bir diğerinin duvarına çarptığında “anlamak” ya da  “anlaşılmak” bir daha hiç mümkün olmaz.  Babil’in asıl laneti, nesilden nesile aktarılan kaosun asıl başlangıcıdır bu duvarlar.

Ancak, atalarının bir zamanlar deneyimlediği “anlamanın”  ve “anlaşılmanın” mümkünlüğünün ve tanrısal hazzının izi kalmıştır insan denen varlıkta. Her yeni doğan, bu laneti üzerinde taşıdığı halde, hiç yokmuş gibi, bu hazzın peşinden koşmaya programlıdır. “Ötekini anlamanın” ve “bilmenin” ötesinde “anlaşılabilmenin” yakıcı arzusuyla saldırır etrafına. Oysa kaosu oluşturan duvarlar, her bir insanın kendine özgü duvarı, insanın olduğu her yerdedir. Doğumla birlikte örülmeye başlanan bu duvarlar, insan denenin iliklerine işlemiştir.  Ancak,  bu duvarların gerçeğini yadsımaya güdülüdür her insan. Oysa, hepimizin atalarımızdan kalma tek ortak ve diğerince “anlaşılır” kırıntısı bu gerçektir belki de. Bu laneti hiç kabullenemeyen ve halen Tanrıyla sidik yarıştırma derdinde olan insan ise bu duvarları yok sayarak sürekli bir arada bulunup iletişime yönelik sistemler geliştirmek için debelenir. Eski mutlu günlerdeki gibi bir arada yaşamanın erdemini yücelten sistemlerdir bunlar. Kullandığı dilde de ortak kavramlar geliştirme gayretindedir. Halen “ötekini anlamıyor” ve “ötekince anlaşılamıyor” ise dili yetersizlikle suçlar. Aile, ulus, ahlak, özgürlük, mutluluk gibi kavramlar üretir, her nesil bunlara farklı anlamlar yükler kaosu biraz olsun örtbas etmeye çalışır. Bu ortak kavramlara sımsıkı sarılınırsa eğer  “ötekini anlamama” ya da “ötekince anlaşılmama” nın lanetinden kurtulacaklarını umarlar.  İnsanlar bu sisteme ya gönüllü olarak dahil olur ya da zorla dahil edilirler. Eğer ret ederse sistem onu dışarı atmakla yani yalnızlaştırmakla tehdit eder. İşte o zaman hiç anlaşılamaz! Eğer, bunu göze alan çıkarsa da bu kez yok eder. Çünkü bu ısrar, o an var olan sisteme karşısındaki hiç “anlayamadığı” gerçeğini hatırlatır, oysa sistemin var oluş nedeni hep yok sayılan bu lanet değil midir?  Her bir insan gizlediği bu lanetiyle artık bir arada uyum içinde Tanrıya ulaşan bir kule değil de, kaosu yatıştıracak irili ufaklı kulelerle inşa etmekle cebelleşmekle mükelleftir.  Bu amaçla, birinin özgürlük tanımı, diğerinin esareti olsa da “özgürlük” adına yan yana durabilirler.  Ya da birinin mutluluk tanımı, diğerinin duvarında her defasında paramparça da olsa bir arada kalmayı tercih ederler. Yine de dostlar birbirini dinler, anlamaya çalışır. Sonuçta aynı dili konuşuyorlardır. Oysa içten içe bilirler, tek anlaşılan dinleyenin duvarına çarpan ve ona göre şekillenen sadece dinleyenin gerçekliğidir ötekinin değil.  Bilirler ama bilmezmiş gibi yaparlar. Yoksa, “ ötekini anlamamak” ya da “ötekince anlaşılamamakla” yaşayamazlar. Yetmez, ideolojiler geliştirir, siyasal partiler kurar birbirini “anladıklarını” sananlar, en anlaşılamayan olduğu düşünülenin şerrinden korunmak için herkesi anladıklarını öne sürerek, yönetmeye aday olurlar. En büyük komedi de budur! Ana, çocuğunu; dost, dostunu, sevgili, sevdiceğini bile anlayamazken onlar geliştirdikleri ortak kavramlarla herkesi anladıklarını cümle aleme haykırırlar. Atalarının sırf bu yüzden bir zamanlar kızdırdığı ve lanetiyle cezalandırdığı Tanrıya öykünerek.  İnsanlar da inanır ya da inanmış gibi yaparlar başka seçenek yoktur çünkü. Nicelik önemlidir bu aşamada. Birbirini anladığını iddia edenlerin sayısı ne kadar fazla ise doğru o kadar doğru oluverir. Herkesi temsil edebilsin diye çokluğun doğruluğu için gerektiğinde canlarını bile verebilirler. Anlaşıldıkları ve anladıkları düşüncesinin hazzıyla yaparlar bunu tıpkı lanetten önceki gibi. Oysa, her birinin anladığı diğerinden bir farklıdır. Hayal kırıklığı kaçınılmazdır. Özgürlüğün seni en iyi anladığını düşündüğünce esaretine dönüştürüldüğünde bunu görmezden gelmek dışında seçeneğin kalmaz. En fazla öfkelenir, başka birçoklukta, güya ortak geliştirilmiş bir doğrunun gölgesine sığınırsın. Yoksa yaşayamaz, devam edemez kimse. Asla “öteki anlayamama ” ve  “ötekince anlaşılamama” lanetinin bilgisiyle yaşayamaz insan.

Ve Tanrı yarattığı kaosu tadını çıkararak izler. Her insanın kendi duvarını yıkmadan “ötekini anlama” ve “anlaşılma” bilgisine ulaşamayacağı ve bunsuz ortak bir geleceğin mümkünsüzlüğünü izler.

SS

Aklın Oyunları

Ama- bilemediğindir, o yerler, o noktalar dokunamadıklarımız-

Dokunamadığımız noktalardan gelir yaşamımızın anlamı”

                                                                                    Oruç Aruoba

Ve en dokunamadığıdır insanın kendi aklı. Her gün yeni bir oyun oynar da senden içre ne çıkabilirsin içinden ne de ulaşabilirsin bir yere. Kedinin fareyle oynadığı gibi oynar da “delirmek” denilene yeter işte! Hatta belki de tek nedeni delirmenin; aklının yetmesi kendi kendine. Seninle hiç konuşmuş muyduk bunu? Hatırlamıyorum. O kadar çok şey konuşuldu ki yıllarca – kendi aklının insana oynadığı oyunlar dışında-  konuşulsaydı hatırlardım. Oyunun ilk kuralı söze dökmemekti, o yüzden o sularda hiç yüzülmedi. Ama hatırladığım hemfikirdik akla hükmedilemeyeceğinde…

Bir sabah uyandığımda kendimi bu oyunun içinde bulduğumu da bilmiyorsun tabii. Bir anda… Niye sen? Niye şimdi? Bir gün öncesiyle değişen neydi? Hangi söz, hangi bakış ya da hangi zayıflık tetikledi? Bilinmez… Aklın oyunlarına akıl sır ermez. Bildiğim, saçma ve hayal olamayacak kadar gerçekti. En azından hissettirdikleri…. Düşündükçe güldüm, elimden başka bir şey gelmedi başlarda. Sakın bozulma, güldüğüm sen değildin. Sen sadece aklımın seçtiği bir imgeydin, yoksa değil miydin? Bilmiyorum.

Oyunu fark ettiğim andaki dehşetin geçmesini bekledim bir süre. Gerçekliğin sıradan bilinirliğine o kadar alışığız ki;  “Gelip geçici bir akıl tutulması, belki zayıf bir an…”  dedim kendime. Sonra da “Oynamayacağım, yokum ben bu oyunun içinde…” Geldiği gibi bitecekti bir anda. Sustum da bekledim o anı sabırla. Bana, neden senle eskisi gibi konuşmadığımı sorduğunda yanıt vermedim. Söze dökülemeyeceğini söylemiştim! Ama, bitmedi. İşte tam da böyle, beklemede, ipler onun elinde oynayıp durdu bir kukladan ibaret hem benle hem senin imgenle. Yıllar geçti de mıh gibi saplanmış bu oyunu kambur gibi taşıdım zihnimin derinliklerinde. Kambur, bitmeyen azaba dönüştüğünde -Sünbülzade Vehbi gibi “Ayine içre görmez misin hiç sen seni..” diye diye – Çok yoruldum direnmekten, kabullendim ve girdim oyunun içine ben de. İlk kez ve kendi isteğimle…

Bilinir kılarsam, gerçeklersem olanı biter elbet dedim. Ne kadar dayanabilir ki insan aklının yarattığı bir oyunun içinde? Tan kızıllığında kuyruğunu açan bir tavus gibi göz kamaştırıcı ve kusursuzdu aklımdaki. Öğle güneşi altında göze batan ayakları ve tiz sesi gibiydi gerçekliği. Kusurlu ve çirkin….  Bu, beni öfkelendirdi. Neden bu kadar öfkelisin diye sormuştun ya bana… İşte bu çıplak çirkinlik hoşuma gitmedi. Ama devam ettim, aklımdaki seni ve beni gerçekle öldürecektim Çünkü tek çıkış yolu buydu labirentin. Çıkabildim mi? Bilmiyorum.

Akıl dediğimizin de zayıf bir noktası buymuş meğer.. Bilinmezlikten beslenir demiştim ya, aynı anda her şeyi de tanımlamak istermiş. Büyük dev bir gibi kütüphane gibi düşün onu. Göz göz çekmeceleri olan. Ortada kalmış hiçbir şeye tahammülü yok aklın. Azap verir yoksa. Her yaşantıya bir isim verilip uygun rafa kaldırılması gerekir, huzura erebilmesi için. Yoksa hiçbir oyunu bitmezmiş! İnsan denilenin yüzlerce farklı dilde milyar kavram türetmesinin nedeni de bu demek ki. Aklın yarattığı kamburlardan kurtulabilmek için. Peki ben doğru isim bulabildim mi bu oyuna? Bilmiyorum!

Bunu senle konuşmayı ne kadar çok isterdim. Ama sen de susmayı seçtin tam o sıralar…  Çok öfkeliydin. Her şeye öfkeliydin. Ne kadar da tanıdıktı! Bu kez ben sorduğumda kendinden nefret ettiğini söyledin. Benzer bir hayalin pençesinde miydin? Farklı iki akıl birbirinden bağımsız aynı oyunu oynayabilir mi? Olabilir miydi? Bilmiyorum.

Nasıl?- Bilmeyeceksin; ama eminsin bundan.

Bilmiyorsun, ama bu, kesin.

İşte, o. “ O.A

SS

Patatesler ve Soğanlar

Mutfak ve onunla ilgili olan her şey biraz dikkat edildiğinde müthiş bir bilgeliğe sahip. İnsanla ve yaşamıyla bağlantısız, önemsiz gibi görünen buradaki işleyiş, en karmaşık soruların da yanıtı olabiliyor. Çünkü mutfak; filmlerde bize sunulduğu  gibi sadece mutluluk ve keyif üreten pembe! bir yer değil. Yaşamın ta kendisi gibi hiç hoş olmayan sorunların, tıkanıkların kronikleşmiş hataların, göz ardı edilenlerin kısaca yaşamda her gün yinelenen kronikleşen hataların hemen hemen aynısının sahnelendiği bir karmaşık bir alan. Nasıl mı? Mutfakların vazgeçilmezi soğanın patates  ya da patatesin soğanla ilişkisi gibi örneğin!

Mutfakla haşır neşir olan herkes dışarıda patateslerle soğanların  bir arada olduğunu,  hep yan yana tezgahlarda satıldığını bilir. Birbirinden yapısal olarak tamamen farklı olan bu iki kök bitki ayrılmaz ikilidir. Dünyanın herhangi bir yerinde pazara ya da markete gittiğinde patatesin olduğu yerde soğanın, soğanın olduğu yerde de patatesin olacağını bilirsin Bu birliktelik, tezgahlarda  göz alıcı bir kusursuzluktadır. Taaa ki onları alıp eve gelene kadar…  Mutfağa girdiklerinde ise -tıpkı dışarıda sergilendikleri gibi bu ikiliyi ayırmadan-  onlar için oluşturulmuş bir yere koyarsın. Bir zaman sonra ihtiyaç gereği  bu özel alanın kapağını açtığında kötü bir manzara seni bekler.  Ortalığa yayılan kesif bir çürüme kokusuyla birlikte bu kusursuz çift son derece kusurlu bir şekle bürünmüştür.  Satın aldığın andaki halleriyle en ufak bir ilgisi olmayan yumrular hem patatesler hem de soğanlar için geçerlidir. Ertesi hafta  onları satın aldığın tezgaha gidip şikayetlendiğinde sana söylenen genellikle şu olur: “Bizde bir kandırmaca yok, zamanla da ilgili değil.  Doğru korumamışsınız; gün ışığı görmeyen, nemsiz gözlerden ırak bir yerde saklayın onları.”  Sonra; yeni bir kusursuz ikili ile mutfağına döndüğünde söylenen kurallara uyarak yeni alanlarına yine bir arada yerleştirirsin… Birkaç zaman sonra kapağı açtığında yine aynı koku ve manzara seni karşılar! Mutfağın bu küçük ama yıkıcı ‘düğümü’ seni yıllarca uğraştırabilir. Satıcılara lanetler okuyup defalarca tezgah değiştirmek de bir işe yaramaz. En sonunda bir satıcı, seni bu çürümüşlük döngüsünden kurtaracak olan cümleyi fısıldar: “Sorun zaman ve mekanda değil, bir arada duran soğanlar ve patatesler birbirlerini çürütür.”  

Evet; olan aynen budur! Dışarıda tezgahlarda birlikte gördüğün soğan ve patatesler aslında bir yanılsamadır. Aralarındaki neredeyse görünmez  olan mesafelerle gerçekte birbirlerine hiç temas etmeden dururlar. Oysa, onları alıp mutfağına alıp geldiğinde bu ayrıntıyı fark edemediğinden; ikili için ayırdığın yere onları sınırları olmadan koyarsın. İşte o andan itibaren ortamın nemli mi nemsiz mi aydınlık mı karanlık mı olduğu ya da orada ne kadar süre durduklarından bağımsız ayrı bir savaş başlar. Soğan ve patatesler sınırları olmadan temas etmeye başladıkları andan itibaren birbirlerini  “dönüştürme” çabasına girişirler. Soğan patatesi ya da patates soğanı fark etmez. Doğalarına aykırı olanı hızla “kendine benzetme” çabasının kazananı da yoktur.  Dönüştürme çabası , eşit derecede bu iki farklı yapıyı deforme eder. Her ikisinin de yaşam kanıtları olan ve içlerinde sakladıkları filizlerin dışarı fışkırması, bu fışkırma anında dokularının çürümesi ile gerçekten de zamanla “bir” olurlar. Çürük kokulu, şekilsiz, kararmış ne olduğu belirsiz bir aynılık şeklinde.

Mutfağın bilgeliği demez mi bize; “patatesle soğanın yaptığının aynısını yapıyorsunuz birbirinize?” diye…   Bir insan, bir diğerini yaşamına dahil etmeye karar verdiğinde ilk refleksi  “dönüştürmek” olmuyor mu? Etrafımızdaki birçok ilişki çeşidinin hepsinde bunu gözlemledim. En korktuğum da bu oldu. Çünkü; aynı patates ve soğanlarda olduğu gibi kişiler aralarındaki görünmez ve özel sınırları yok sayıp birbirini dönüştürme çabasına giriştiklerinde bu savaşın kazananını  hiç görmedim.  Söz konusu çaba iki dost, anne ile çocuk ya da diğer tüm ilişkilerde söz konusu. Ancak en sık yaşandığı  alan “çift” olmaya karar verilen “aşk” alanı. Birine aşık olup bir de patates ve soğanlar gibi çifte  özel “evlilik” adı verilen alana kapanmaya karar verildiğinde ilk iş bu oluyor. Bunun nedeni,   “bir “ olma isteğinin yanlış anlaşılması ve yorumlanması olmalı. “Bir “ olmak “aynı” olmakla karıştırılır. Birlikte bir yaşam kurma” kararı genellikle her iki kişinin de “aynı” olması gerekliliği yanlış inancı ile.  “Aynı yastığa baş koymak” aynı kafalara sahip olmak anlamına gelmeye başlar..  Her bir kişi, bir diğerini kafasındaki ideal “aynılık” a uydurmak için farkında olmadan ya da bilinçli bir şekilde “dönüştürme” çabasına  girişir. O kadar ki biir süre sonra dışarıda tek başına adım atamaz hale gelirler. Yolda yürüyen yaşlı çiftlere dikkat edin. Mutlaka elele tutuşurlar ya da biri diğerinin kolundadır. Adımları ise neredeyse aynıdır. İşte benim en çok korktuğum!  Diğerlerinden farklı bulduğun için aşık olduğun birini aynılaştırmaya çalıştırmanın somut sonuçlarından biri. Her şeyin “bir” olması ya da “bir” olabilmek için olanı kafandaki ideale benzetme çabası niye? İşte bu noktaya gelindiğinde patates ve soğanlara olan “biz” dediğimize de olur. Tek kişilik ya da karşılıklı dönüştürme çabası aradaki sınırları yani diğerini farklı kılan tüm çizgileri yok sayar.. Oysa, birinin diğerine yönelik ya da karşılıklı girişilen bu çabanın asla bir kazananı olmadığımı gözlemledim hep. Karşılıklı çürüme ise kaçınılmaz sondu.  İster dayanamayıp ilişki sona erdirilsin ister bir taraf pes edip yıllarca belki bir ömür köşesine çekilsin karşılıklı çürüme kaçınılmaz. “Bir arada uzun yıllar yaşayan çiftler fiziksel olarak birbirine benzer”  görüşü de var. Doğru. sadece yüzler, adımlar, konuşmalara benzemez koku bile benzer. Bu benzerlik,  övünülecek bir  “biz” olmanın değil, çürümenin kanıtıdır. Aynı patates ve soğanların bir süre sonra birbirini dönüştürerek şekilsiz ne olduğu belirsiz yumrular haline gelmesi gibi. Bu insanları ziyaret ettiğinde her defasında evin kendine özgü kesif hiç değişmeyen kokusunu fark edersin. Çürümenin kokusudur bu ve beni hep tedirgin etmiştir. Sonra sohbet ettiğinde ise artık tamamen aynı gülen ya da bakan garip bir ikize dönüşmüş ikili arasında yıllar boyu süren gelen dönüştürme çabasının itiraflarına rastlarsın: “Dans etmeyi çok severdim ama o hiç sevemedi, beceremedi. Ne kadar istedim dansı sevmesini, birlikte dans edebilmeyi. Bir kez olsun benimle dans etmedi. Evlendiğimizden bu yana o dans etmeyince ben de etmedim. Uzun yıllar oldu hiç dans etmedim…”

SS

Timeo hominem unius libri

“Timeo hominem unius libri”

                                                                              Aquinas

M.Ö 415

Başpiskopos Theodisius rahatsızdı.

Ve atadı Psikopos Cyrill’i söndürmesi için ışığı.

İskenderiye’nin aşağılarından Cyrill’in sesi yankılandı:

Pagan!

Şeytan!

-Dinsiz!

– Öğrenmeli kadın uysallığı ve sessizliği. Doğru değil kadının ne dersi ne de etkisi.

Suskun olacak ve sessiz kalacaktır. Çünkü önce Âdem, sonra Havva yaratılmıştır”

Yüz basamaklı merdivenle çıkılan ve kente tepeden bakan okulda aşağıdan yükselen hoyrat ses duyulmadı.

Düşünceleri ve bakışları dönmüşken yıldızlara, anlatıyordu öğrencilere Hypatia: “İnanmadan önce sorgula, sonra dur bildiklerinin arkasında. Ve cesaretle söyle, susma!” 

Herkese açıktı İskenderiye Okulu’nun kapısı. Egemen olduğundan özgür iradeye saygı, hiç çatışmazdı burada farklılıkları.

 “Düşünme hakkını kullan” denirdi her kapıdan girene.

Yanlış düşünmek bile hiç düşünmemekten yeğdi” onlara göre.

Gel gör ki yüceltilse de burada akıl, bilgi ve düşünce.

Yetmedi engellemeye karanlığın o kapıdan içeri girmesine.

O gelen talan etti okulu ve kütüphanesini.

Hamamlarda yakıldı Euclid’in  Arşimed’in ,Herofilos’un  Eratosthenes’in ve nicesinin düşüncesi.

Hypatia taşlandı ve etleri kemiklerden ayırdı istiridye kabukları…

Nefret doluydu karanlığın öfkesi.

Yıktı, bilimin ve özgür düşüncenin son kalesini.

“Liyakat değil sadakat” diye buyurdu sonra  

İlgilendirmez bizi bu yıkım” dedi halk “Bağlamaz düşüncenin davası, işinde gücünde olanları.

Ne büyük yanılgı!Ne büyük yanılgı!

Onları da unutmadı! Bin yıllık karanlığa gömerken insanlığı, İskenderiye’nin yangını…

Theodisius’un kör inancı, Cyrill’in aşağı eğik başımı yarattı bu çılgınlığı?

Onlar ki; inşa ettilerse de Okul’un yerine bir kilise,

Binlerce yıl sonra bugün Hypatia ve öğrencilerinin izi var sözlerimizde.

M.S 1933

… Gülünçtü bıyıkları, donuktu bakışları ancak etkilerdi hitabeti halkını,

Değerlerimize karşı çıkanlara hayır!” oldu sloganı.

Bir vatan hainidir savunan bu değerlere karşı fikirleri

  • Bizden değildir ve görevini hafife alıyor demektir karşı düşünceler üreten öğrenci.
  • İstiyoruz ki, fakülteler olsunlar milli kimliğin mabedi…

Gürleyen sesin ardından alevler aydınlattı geceyi.

Şenlik ateşleri sanmayın; yanan Einstein, Freud, Keller ve Hemingwaydi.

Tek tek silerken üniversitelerden istemediği fikirleri, kitaplar körükledi ateş yeminlerini.

Toptan temizlik” dediği edebi ateşlerde; tasfiye etti üniversitelerden çoğulcu düşünceyi ve kültürlü toplum bilincini.

Ve o gün olanlar felaket çağının ilk habercisiydi; ateşin aydınlığı, geleceği gölgeledi. 

Halkın gözü perdeli, görmezden geldi okulları saran alevi.

Kimi içinden geçirdi: “Müstahak onlara! Çok alışmışlardı yukarıdan bakmaya!

Gel gör ki kendilerinden azade gördüklerinin yangını, yıllar sonra sardı kül etti evlerinin ocaklarını ve çocuklarını…

Sanatçı olmak istemişti; iyi bir ressam belki…

Beceremedi!

Başarısızlığa uğramış isteği ve sevgisi miydi bu amansız nefretinin kökeni?  Belki de saplandığı güç ve iktidar deliliği!

Nasıl da bir oburlukla yok etti önüne çıkan her şeyi.

 En yukarıya çıkmak istedi de ezip geçti tüm yukarıda gördüklerini.

Heyhat! En aşağıda, çelik ve betondan bir sığınakta intihar etti.

M.S 2021

Rahatsızdı.

Ve atadı Rekyum Blue’yu söndürmesi için ışığı.

Yılın ilk soğuk sabahında.

Kente yukarıdan bakan ve yüz basamaklı merdivenle çıkılan okulda;

Kadim İskenderiye’nin ruhu durdu karşılarında:

Boyun eğmeyeceğiz karanlığa,

Vazgeçmeyeceğiz ve bakmayacağız aşağı, asla!

Rekyum Blue istifa!

Açık okulun kapısı herkese; değer veriyorsa eğer özgür iradeye, bilime, düşünceye ve de liyakate!

Çatışmaz burada farklılıklar, filizlenemez ekmek istediğin tohumlar.

– “İnanmadan önce sorgula, sonra dur bildiğinin arkasında Ve cesaretle söyle, susma!” var, bu okulun harcında…                                              

Dedi akademisyenler ve öğrenciler

Ve sırtlarını döndüler.

Ne de korkunçtu karanlığın öfkesi ve duyunca bu sözleri;

Yankılandı sesleri;

-Lezbiyenin mezbiyenin dinlenmemeli sözleri, kadın dediğin de öğrenmeli uysallığı ve sessizliği. Söyleyin! Talebe mi bunlar; yoksa terörist mi? İstiyoruz ki, olsun fakülteler milli kimliğin mabedi…

-Onlar evlat değil, zehirli yılanlardır, gerekli başlarının ezilmesi. Bize karşı çıkan düşünceler bedelini ödemeli! Ve silmeli her yerden bu sapkın zihniyeti

Herkese açık okul kapısı bak şimdi kelepçeli. Siyah bir gölge gibi kapladı gelenler meydanı ve derslikleri.

Hedef gösterseler de akademisyenleri ve öğrencileri;  vazgeçiremediler onları savunmaktan özgür üniversiteyi. 

Kırdılar kapıları evlerde, sürüklediler çocukları yerlerde. Hırpaladılar, tutukladılar ama nafile! Onlar bakmadı aşağıya dün de, bugün de…

Orası ki özgür düşünce ve çoğulcu kültürün son kalesiydi. Tüm ülkenin gözü üzerlerine çevrildi:

Kimi görmezden geldi, okulu saran karanlığı, ilgilendirmezdi onları. Bağlamazdı düşüncenin davası, işinde gücünde olanı. Zaten hep kazanan olmaz mı ki elinde tutan gücün sopasını!

Kimi ise ilendi: “Müstahak onlara! Çok alışmışlardı yukarıdan bakmaya!

Ancak çoğunluk, farkındaydı olanları. Habercisidir felaketlerin düşüncenin talanı. Onları da unutmaz, yutarken okulları, bir zaman sonra sarar, kül eder evlerini, ocaklarını ve çocuklarını…

Ve dediler: “Dalgadır her bir direniş. Durduramaz belki tek başına karanlığın görece zaferini. Ancak art arta gelen dalgalardır ki aşındırır gücünü karanlığın ve gün gelir söndürür alevini.”  Işığın yanında saflarını seçtiler.

Neydi ateşleyen karanlığın fitilini?

Kör inancı mı;  Rekyum Blue’nun aşağı eğik başımı?

Başarısızlığa uğramış düşleri mi bu amansız nefretin kökeni?

“En yukarıdayım” demek için ezip geçme isteği mi tüm yukarıda gördüklerini? Delicesine saplanılan güç ve iktidar isteği?

Nasıl da oburlukla talan ederken her yeri, yüz basamaklı merdivenle çıkılan tepenin paha biçilmez değeri mi?

Belki de HEPSI…

Ancak kadim geçmişin birkaç sözü vardı söyleyecek. Yaşandı bunlar hep ve sonuç hiç değişmeyecek.

Görmüyor musun, öğrencileriyle Hypatia var sana sırtını dönenler arasında. Ve Helen Keller sana sesleniyor mektubunda:

“…Eğer düşünüyorsan düşünceleri yok edebileceğini, hiçbir şey öğretmemiş tarih sana demek ki.

Dün olduğu gibi bugün de düşüncelerin yayılmasını engellemekti tiranların en büyük gayreti. Ancak, yok etmek istedikleri o düşünceler sonunda tiranları yok etti…

SS

1 2