Kategori: Genel

Mektup

Bu toprakların belki de en kalplere kazınan yazarı olan Oğuz Atay’ın 1961’de askerlik arkadaşı ve meslektaşı Avşin Baysal’a yazdığı mektup, 56 yılın ardından sevdiklerince bizlerle de paylaşıldı. Yazarlık serüveni öncesindeki yaşamından kesitler taşıyan mektup, sonrasında yazacağı unutulmaz yapıtlarına ve yaşamı algılayışına ilişkin ipuçlarını barındırıyor:

19 Mayıs 1961

Sevgili Avşin;

Sana uzun zamandır yazmadım, daha doğrusu artık yazışma alışkanlığımızı kaybettik. Bu önemli haber de olmasaydı belki uzun bir süre daha yazışmayacaktık. Evet sana önemli bir haberim var; evleniyorum. Bizim bazı davranışlarımız galiba çok benziyor. Ben de senin gibi bu haberi bir mektupla veriyorum. Senin yaptığın gibi uzun bir “yazışmama” devresi sonunda bu sessizliği bozarak seni-bana da öyle olmuştu- şaşırtıyorum. Daha başka benzeyişler var. Evleneceğim kızı daha önce tanıyordum. Fakat uzun zamandır görüşmüyorduk. Bir gün ona -yalnız yolda değil- sinemada rastladım. konuştum. Sonra… sonrası belli. Bu cümle çok söylenmiştir ama yeniden yazılabilir: evlenme kararı verdik. Belki şu satırları okurken “se de mi?”, “yok canım”, “vah! vah!” benzeri sözleri aklından geçireceksin. Eksik olmasınlar, buradaki arkadaşlar bu sözlerin öyle varyasyonlarını buldular ki senin yeni bir şey söyleyebileceğini sanmam. onun için ciddi ve “meselenin ehemmiyetine müdrik”(!) fikirler beklerim senden. Yalnız şu arada belirteyim; bu konuda yapılan esprileri (arkadaşların yaptığı) ben şahsen komik bulmadım. Evet, bütün takılmaların gerisinde, akılları kurcalayan soruya gelelim; neden evleniyorum? Ben hani şu falan filan adam, mangalda kül bırakmayanlar bankası umum müdürü nasıl olur da… Bu soruların çoğunu cevapsız bıraktım ya da beylik cevaplar verdim; çünki birçoğunun düşündüklerimi anlamayacağını yada inanmayacağını gördüm. Fakat -iltifat değildir- senin bu konuda daha anlayışlı olduğunu bildiğim için düşüncelerimi anlayacağını, daha doğrusu anlamak değil de -tabii anlayacaksın- sözlerin gerisinde kuramları sezeceğini -bence burada en yerinde kelime “sezgi” sanıyorum.

Evet, neden evleniyorum ? Sebeplerden bir tanesi çok apaçık. Fazla açıklamanın gereksiz olduğunu takdir edersin. Belki harbi kaybetme sebeplerini “önce barut yoktu” diye saymaya başlayan subaya benziyorum. bundan sonraki sebepleri önemli saymayabilirsin. Nitekim çok kimse öyle düşündü. Bu konuda objektif olamıyacağımı bildiğim için hiçbir düşünceyi kötülemeyeceğim; sadece bu sebebin dışında başka sebepler de olduğunu sandığım için bunları kaydetmekle yetineceğim.

Kendimi huzursuzluk arayan, karışık işleri çözmekten hoşlanan bir adam sanıyordum. İnsanlara ancak mutlak huzursuzluğun bir şeyler yaptıracağını ve huzurun ölüm gibi bir şey olduğunu düşünüyordum. Yanılmışım. Gerçekten çok huzur uyuşturabilir; ama gereksiz huzursuzluklar aynı derecede zararlı olmaz mı? Sonra huzur ayaklarını uzatıp yatmak hiçbir şey düşünmemek demek değildir. İnsan en hareketli ve yorucu devresinde bile huzur içinde olabilir. Bu düşüncelerimi şöyle özetleyebilirim: “Kendini halletmeyen insan kendi dışında hiçbir şeyi halledemez”. Düşüncenin istenilen bir yere teksif edilebilmesi için diğer noktalardan kolayca ayrılması, yani başka meselelerin halledilmiş olması gerekir. Ben daha önce -son bir yıldır yeni şeyler düşünüyorum- insanın bir şeye kendini verebilmesi için başka her şeyi terk etmesi gerekir gerekir sanıyordum. Fakat ya o şeyler seni terk etmiyorsa? Bıraktığın şeyler senin tam insan olmanı engelliyor. Seni asosyal bir tip yapıyor. İnsanın dışına çıkan biri, insanlar için ne yapabilir?

Ben kendimi hiçbir zaman asosyal bir tip olarak görmedim. Bunu sen de bilirsin. Bununla birlikte gene de bende yıkıcı, kırıcı taraflar vardır. Senin tolerans duygun ve kolay kırılır bir insan olmamanın dostluğumuzun kurulmasında önemli payı olmuştur. Bir insan kendisine sorulan şeylere sinirli bir şekilde, kırıcı cevaplar veriyorsa kendinde bir eksiklik var demektir. Rahat konuşma tarzı karşındaki insana emniyet verir. Ben insanları sert ve alaycı üslublarımla şaşırtmayı tercih ediyordum. Böyle bir insan değildim. Sadece böyle görünmenin daha akıllıca olduğunu sanıyordum. Yumuşak görünmenin gerçekten de öyle olmak anlamına geldiğini düşünüyordum. Oysa benim anladığım tarzda sertlik ancak gergedanlara yakışırdı. İnsan dış tesirlere kapısını kapamak için derisini kalınlaştırır. Böylece sağlamlık kazandığını sanır. Oysa kalıplı düşünceleri bozulmasın, hazmetmeden edindiği şeyler tenkit süzgecinden geçmesin diye tıpkı Ionesco’nun insanları gibi “isteyerek” derisini kalınlaştırır. ( Bu sözlerimden piyesi gördüğümü ve çok beğendiğimi anlamışşsındır.) Piyesteki Botard’ı hatırla. Her şeyin gerisinde “hile sezen”, hiçbir şeye “görmeden” inanmayan gergedan bir “toplumcu” olmak istemiyorum. Ben insanlara ait şeyleri seviyorum. Gergedanlara ait olanları değil. İnsanlara ait şeyleri sevdiğim için onların severek yaptığı bir şeyi ben de yapıyorum: evleniyorum.

Sana bizim dergi işinden bahsetmiştim. Turhan’ın son gün ayrılışını da anlattığımı sanıyorum. İşte ben Turhan’ın o günkü tartışmada gergedanlaştığını gördüm. Hem de tıpkı Ionesco’nun oyununda olduğu gibi. Bu piyes hakkında çok şey söylemek istiyorum. Görüştüğümüz zaman daha uzun konuşuruz. Sadece piyesi seyrederken içinde yaşadığımı -tabii gergedan olarak değil Beranger olarak -ne kadar mütevaziyim! değil mi? Ve artık düşüncelerimi ifade ederken gergedanı dilimden düşürmediğimi söyleyebilirim; söylemek istediklerim böylece o kadar kısalıyor ki.

Sonra biliyor musun ben saadetten hoşlanıyorum. Onun için de evleniyorum. Saadetten derken güzel ve yumuşak bir şeye dokunuyor gibi oluyorum. Bir insanın idam edilişini düşünmekten ne kadar hoşlanmıyorsam, saadetin kelimesini bile düşünmekten de o kadar hoşlanıyorum. Kendimi ölçtüm, biçtim; meziyetlerimi, kusurlarımı düşündüm. Sonra karar verdim: benim bu halimle birçok insandan daha fazla mesut olmaya hakkım var. Pek öyle kötü bir adam sayılmam; ne dersin?

Bu yazdıklarımdan beni gevşeyip, yere serilmiş sanabilirsin. Ben öyle sanmıyorum. Aksine eğer bundan sonra bir şey yapacaksam daha imkanlı olacağıma inanıyorum. Bir de şu mesele var: “dünyaya nizamat vermek” olmayacak galiba. Bir şeyin doğru olduğunu bilmek başka onu gerçekleştirmek ise çok başka. Şu halimle belki çevremdekiler içinde bu işi en çok ben becerebilirim, ama bir işin yapılması için sadece “bazı insanlardan daha iyi olmak” yetmez ki. Bizatihi (kelime çok eski ama daha iyisi yok) değerli olmak gerek. Ben son senelerde bir şeyler öğrendiysem şunu iyi anladım: bu işi yapmak güç ve şartlar uygun değil. O zaman da şu kalıyor: davanın bir neferi olup ayak işleri yapmak. Özür dilerim, ben biraz ihtiraslıyım: her işte yukarıda olmak isterim. Beni egoist bulmadığını tahmin ederim. Gerçek bu yazdıklarım sen de biliyorsun. İnsanları bir şey yapmaya zorlayan kuvvet -işin mahiyeti ne olursa olsun, ihtirastır. İhtiras çalışmanın gıdasıdır. Ben ise çok yoruldum boş yere: ihtirasımı kaybettim bu işte….

( Oğuz Atay’ın ölümünün 40. yılında Gürsel Göncü’nün ilk kez ulaştığı ve yayınladığı mektubundan alıntılanmıştır.)

Bilim ve Din: Çatışmanın Kökleri

Bilimle din arasındaki savaş biraz garip bir savaş olmuştur. Her zaman, her yerde -on sekizinci yüzyıl sonu Fransa’sı, Sovyet Rusya bir yana- bilim adamlarının çoğunluğu çağların dinsel görüşünü desteklemişlerdir.

Bilim yetersizdir” … Bilimin değerler konusunda söyleyebileceği hiçbir şey yoktur, “sevmek nefret etmekten daha iyidir” ya da “iyilik zorbalıktan daha çok istenir” gibi önermeleri tanıtlayamaz. Bilim, isteklerimizi anlayabilmemiz için yollar gösterir bize, ama bir isteğin öbüründen üstün olduğunu söyleyemez.

Dini desteklemek için, bilimin alanı dışında, özel olarak “esinlenim” diye belirlenebilen bir bilgi kaynağının varlığını kabul etmeli miyiz? Tartışması güç bir sorudur bu, çünkü gerçeklerin kendilerine esinlenim yoluyla açıldığını söyleyenler, o gerçeklere, bizim duyularımızla algıladığımız nesnelere tanıdığımız ölçüde bir kesinlik tanırlar. Bir adamın teleskopla bizim hiç görmemiş olduğumuz şeyleri gördüğüne inanırız; ötekiler de aşağı yukarı aynı durumda olduklarını, tıpkı teleskoplu adam gibi tartışma götürmez haberler verdiklerini söyleyerek, kendilerine neden inanmadığımızı sorarlar.

Bir bilim adamı bize bir deneyin sonucunu söylediği zaman, o deneyin nasıl yapıldığını da söyler; başkaları da aynı deneyi yaparlar. … Bilim algıya, çıkarsamaya dayanır; güvenilir yanı, herhangi bir gözlemcinin de algı sonuçlarını sınayabilmesidir.

Mistiklerin en büyük dayanağı birbirleriyle uyuşmalarıdır. … Mistikler yaşantılarını dile getirebilme yetileri yönünden büyük ayrılıklar gösterirler, ama en başarılıların hepsi: (1) bütün bölünmelerin, ayrılmaların düşsel, çevrenin bölünmez tek bir bütün olduğunu; (2) kötülüğün bir kuruntu, herhangi bir parçanın başlı başına bir varlık sanılmasından doğan bir kuruntu olduğunu; zamanın düşsel, gerçeğin sonrasız, ölümsüz anlamında sonrasız olduğunu ileri sürerler. … Bu üç önerme onların bütün etkinliklerini özetleyen örneklerdir.

Açıkça, bizim alıcı bir kafamız olmadığı, bu işler için gerekli alçakgönüllülükten yoksun bulunduğumuz ileri sürülecektir. Mistisizmi temel alan felsefenin Parmenides’ten Hegel’e değin uzayan bir geleneği vardır. Parmenides: “Varolan şey, yaratılmamıştır, yok olamaz; çünkü bütündür, değişmez, sonrasızdır. Hiçbir zaman, ne geçmiştedir ne de gelecekte; şimdi vardır, bütünüyle süreklidir.

Hıristiyanlar için, kamutanrıcılıktan (pantheism) kaçma konusu nda buna benzer bir güçlük vardır: dünya bir görünüşten başka bir şey değilse, Tanrı hiçbir şey yaratmamıştır, dünya dediğimiz gerçek Tanrı’nın bir parçasıdır ancak; ama dünya belli bir oranda gerçekse, Tanrı’dan da ayrıysa, her şeyin bir bütün olduğu yolundaki düşünce, mistisizmin bu temel öğretisi, bizce önemini yitirir, dünyanın gerçekliği ölçüsünde dünyadaki kötülüklerin de gerçek olduklarını düşünmek zorunda kalırız… Birmingham Piskoposunun söylediğine göre: “Kamutanrıcılığın her türlüsü terslenmelidir bence, çünkü insanın, Tanrı’nın bir parçası olduğu gerçekse, insandaki kötülük Tanrı’da da vardır demek.”

Evrensel Amaç
Modern bilim adamları arasında dille düşman ya da ilgisiz olmayanlar, daha önceki kör inançların yıkıntıları ortasında ayakta kalabileceğini umdukları bir inanca dört elle sarılmışlar dır. Bu, Evrensel Amaç inancıdır. Bu öğreti değişik biçimlere sokulmuştur, ama hiç değişmeyen ortak yanı, evrimin ahlak bakımından değerli bir amaca doğru geliştiği, bir bakıma bütün evrim sürecinin bir nedene bağlana -“‘ bileceği düşüncesidir. Öğretinin üç biçimi vardır: birinciye tanrıcı (theist), ikinciye kamutanrıcı (pantheist), üçüncüye de “açığa vurma” (emergent) adını verebiliriz.

Kamutanrıcı biçimde, Tanrı evrenin dışında değildir, bir bütün olarak görülen evrenin ta kendisidir. Bundan dolayı, bir yaratma eylemi var olamaz, yalnız, evrende yaratıcı bir güç vardır, her şey bu yaratıcı gücün belirlediği bir düzen uyarınca gelişir. “Açığa vurma” biçiminde, amaç daha belirsizdir. Evrende hiçbir güç sonradan olacak şeyleri önceden göremez, ama evrenin işleyişinde daha gelişmiş biçimlerin var olmalarını sağlayacak değişikliklere yönelen sürekli bir kör itilim vardır, bundan dolayı sonuç, kör bir anlamda da olsa, az çok bellidir önceden. “Tanrı yalnız bizim dışımızda bir varlık değil, kişiliklerin kişiliği olarak hem içimiz dedir hem de bizi dıştan kuşatandır.”

Son bir düşünce de, bize iç rahatlığı kazandıracak bir düşüncedir, tek gerçek olan şey Tanrı’dır, bundan çıkarılan sonuca göre, yoksullar yoksulluklarına pek aldırmamalıdırlar. “ Geçici anların gerçek olmayan gölgeleri, örneğin hiç de gerekli sayılamayacak şatafatlı bir yaşam ardında koşmak aptallıktır. Yoksulların gerçek değeri zenginlerinkinden çok daha büyük olabilir.” Anlaşılan, “tek sonrasız gerçeğin, Tanrının varlığını düşünmekle ulaşacağımız ruhsal ve kişisel gerçek olduğunu” anımsamak, açlıktan kırılan kimselerin yüreklerine su serpecektir.

Zaman -bütün kamutanrıcıların inandıkları gibi- değişmez bir gerçek değilse, neden dünya tarihinde en iyi şeyler önceden değil sonradan ortaya çıkıyorlar? Bunun tersi bir düzenin işleyişi de aynı olmayacak mıydı? Olaylara verilen tarihler bir kuruntudan-başka bir şey değilse, bu ancak Tanrı’nın bileceği bir işse, neden Tanrı hoşa gidecek olayları sona, hoşa gitmeyecekleri de başa koymuştur?

Dost ya da düşman, gizli bir insan dışı gücün varlığı yolundaki inanç, uygar toplumlardan daha çok ilkeller de büyük önem taşır. Gerçekte, din bu duygunun özdeşi ise, insan gelişmesindeki her adım, dinde bir gerilemeyi gerektirmiştir.

Diyorlar ki, evrim üç basamaktan geçmiştir: Madde, yaşam, zihin. Açığa vurma felsefesi geleceğin önceden kestirilemeyeceğini söylerken çok haklıdır, ama bunu söylemekle geleceği kestirmeye yeltenmiş oluyor. İnsanlar “Tanrı” sözcüğünden vazgeçemezlerse de bu sözcüğün bu güne değin dile getirmiş olduğu anlamdan kolayca vazgeçebilirler. Açığa vurma öğretisini benimseyen evrimciler Tanrının evreni yaratmamış olduğuna iyice inandıklarından, evrenin Tanrı’yı yaratmakta olduğunu söylemekle yetinirler. Ama böyle bir Tanrı’nın, şimdiye dek kendisine tapılmış olan nesneyle, adından başka hiçbir ortak yanı yoktur.

Ölümlü varlıkların olduğu gibi, evrenlerin de sonu mezardır.”

Bertrand Russell


Dostlar Üzerine

Bir kişi daima fazladır etrafımda”- böyle düşünür münzevi. “Her zaman bir kere bir –zamanla iki eder bu!

Ben ve kendim her zaman çok ateşliyizdir konuşurken nasıl dayanılırdı bir dost olmasaydı?

Münzevi için dost her zaman üçüncü kişidir:  üçüncü kişi, iki kişinin konuşmasının derinlerine dalmasını engelleyen mantardır.

Ah, tüm münzeviler için çok fazla derinlik vardır. Bu yüzden özlem duyarlar bir dosta ve onun yüksekliğine.

Başkalarına duyduğumuz inanç kendimizde neye inanmak istediğimizi ele verir. Bir dosta duyduğumuz özlemdir içimizdeki hain.

Ve çoğu zaman sevgiyle sadece hasedin üstünden atlamak isteriz. Çoğu zaman saldırıya geçer ve bir düşman yaratırız kendimize, saldırıya açık olduğumuz gizlemek için.

En azından düşmanım ol!”- böyle konuşur hakiki saygı, dostluk istemeye yeltenmeyen saygı.

İnsan bir dostu olsun istiyorsa onun için savaşmak da istemelidir: ve savaşmak için düşman da olabilmelidir.

İnsan dostunu da düşmanını da onurlandırmalıdır. Onun tarafına geçmeden yaklaşabilir misin dostuna?

Dostu en iyi düşmanı olmalı insanın. Ona karşı çıktığında onun yüreğine en yakın sen olmalısın.

Dostlarının karşısına giyinmeden mi çıkmak istiyorsun? Kendini ona olduğu gibi göstermekle mi onurlandıracaksın dostunu? Ama bu yüzden lanetliyor o seni!

Kendini gizlemeyen, öfkelendirir: bu kadar çok nedeniniz var çıplaklıktan korkmak için! Evet, birer tanrı olsaydınız, utanabilirdiniz giysilerinizden!

Dostun için yeterince süsleyemezsin kendini: çünkü Üstinsana yönelen bir ok bir özlem olmalısın onun için.

Uyurken gördün mü hiç dostunu, -anlayasın diye onun nasıl göründüğünü?  Başka nedir ki dostunun yüzü? Senin kendi yüzündür o, kaba ve kusurlu bir aynada.

Uyurken gördün mü hiç dostunu? Dehşete kapılmadın mı dostunun bu görünümünden? Ey dostum, aşılması gereken bir şeydir insan.

Sezmekte ve susmakta usta olmalı dost: her şeyi görmek istememelisin. Rüyaların bildirmeli sana dostunun uyanıkken neler yaptığını.

Sezmek olsun senin merhametin: merhamet istiyor mu dostun, önce bunu bilesin diye? Belki de ışıltılı gözlerini ve gözlerindeki sonsuzluk bakışını seviyor sende.

Dostuna merhametin sert bir kabuğun altına gizlensin, bir dişini kırmalısın bu kabuk yüzünden. Ancak böyle incelik ve lezzet kazanır o.

Temiz hava ve yalnızlık ve ekmek ve ilaç mısın dostun için? Kimileri çözemez zincirlerini, ama yine de kurtarıcıdır bir dost için.

Bir köle misin? O halde dost olamazsın. Bir tiran mısın? O halde dostların olamaz.

Çok uzun süredir bir köle ve bir tiran gizliydi kadında. Bu yüzden kadın henüz yatkın değildir dostluğa: sadece aşkı bilir o.

Sevmediği her şeye karşı adaletsizlik ve körlük vardır kadının aşkında. Kadının bilinçli aşkında bile hala fırtına ve yıldırım ve gece vardır ışığın yanı başında.

Kadın henüz yatkın değildir dostluğa: kadın halen kedidir, kuştur. Ya da olsa olsa inektir.

Kadın henüz yatkın değildir dostluğa. Ama söyleyin bana siz erkeler hanginiz yatkınsınız ki dostluğa?

Ah erkekler, sizin yoksulluğunuz ve ruhunuzun cimriliği! Sizin dostlarınıza verdiğiniz kadarını ben düşmanıma veririm. Ve yoksul düşmem bu yüzden.

Arkadaşlık;  var dostluk olsun! Böyle buyurdu Zerdüşt    

Freidrich Nietzsche

İsimsiz bir yerlerden…

En ince düğümler nasıl çözülür?

Öğrettiler, bizlere bir bir.

Yol yöntem bilen nice bilge kişiler.

Ama atamadılar tek bir adım şu karanlık geceye.

Anlata, anlata bitirmediler masalı.

Dalıp gittiler deliksiz uykuya.

Yaşam Uzlaşma Gerektirmez mi?

Ahlaki prensiplerde uzlaşma olmaz

Bir uzlaşma; karşılıklı tavizler verilmesi yoluyla birbiri ile çatışan taleplerin birbirlerine uygun hale getirilmesidir. Bu, bir uzlaşmada yer alan her iki tarafın geçerli bir talebi olduğu ve bir diğerine verecek bir değere sahip olduğu anlamına gelir. Ve bu, her iki tarafın, anlaşmalarına bir dayanak oluşturan temel bir prensip üzerinde hemfikir oldukları anlamına gelir.

Kişi, ancak somut veya spesifik durumlarda, karşılıklı olarak kabul edilen bir temel prensibe uyarak uzlaşabilir. Örneğin, kişi bir satıcıyla, onun bir mal için istediği fiyat üzerinde pazarlık yapabilir ve satıcının talebi ile kendi teklifi arasındaki bir miktarda anlaşır. Burada karşılıklı olarak kabul edilen temel prensip, ticaret prensibidir, yani: Satın alanın satıcıya ürünü karşılığında para ödemesidir. Fakat kişi kendisine ödeme yapılmasını isterken, alıcı bu kişinin malını para ödemeden almak isterse,  hiçbir uzlaşma, anlaşma, tartışma mümkün olmaz; bu durumda, birinin diğerine teslimiyeti söz konusudur.

Bir malın malikiyle bir hırsız arasında hiçbir uzlaşma olamaz; kişinin hırsıza gümüş takımdan bir çay kaşığı teklif etmesi bir uzlaşma değil, tam teslimiyet olacaktır; hırsızın kişinin malı üstünde hakkı olduğunu tanımak olacaktır. Hırsız, bunun karşılığında hangi değeri ve tavizi sunmuştur?  Ve tek taraflı tavizler, iki tarafın ilişkisinde temel olarak alındığında, hırsızın geri kalan her şeyi alması sadece bir zaman meselesi olacaktır.

Özgürlük ve hükümet kontrolleri arasında hiçbir zaman bir uzlaşma olmaz; “sadece birkaç kontrolü” kabul  etmek, vazgeçilmez bireysel hakları teslim etmektir ve onun yerine hükümetin sınırsız, keyfi gücünü koymaktır, böylece kişinin kendisini aşama aşama köleliğe teslim etmesidir.

Temel prensipler ve temel konular üzerinde uzlaşma olamaz. Yaşam ve ölüm arasındaki “uzlaşmadan” ne anlarsınız? Veya doğru ve yanlış arasındaki? Ya da akıl ve akıl dışılık arasındaki?

Ancak bugün insanların “uzlaşmadan” bahsederken kast ettikleri şey, karşılıklı meşru bir taviz ve alışveriş değil, fakat kesinlikle kişinin kendi prensiplerine ihanet etmesidir; herhangi bir tek taraflı, gerekçesiz, akıldışı talebe teslim olmasıdır. Bu doktrinin temelinde, bir arzu veya kaprisin indirgenemez bir ahlaki temel fikir olduğunu, her kişinin canının istediği arzuyu elde etmeye hakkı olduğunu, tüm arzuların eşit ahlaki geçerliliğe sahip olduğunu ve insanların bir arada yaşayabilmesinin tek yolunun her şeye teslim olmak ve herkesle “uzlaşmak”  olduğunu savunan etik sübjektivizim bulunmaktadır. Böyle bir doktrinden kimin faydalananın kim olacağını ve bundan kimin zarar göreceğini anlamak zor değildir.

Bir doktrinin ahlaksızlığı –ve “uzlaşma” teriminin bugünkü genel kullanımda bir ahlaki ihanet anlamına gelmesinin nedeni- onun, etik sübjektivizmi insan ilişkilerindeki her türlü prensibin üstündeki temel prensip olarak kabul etmeye ve her şeyi bir başkasının kaprislerine karşılık bir taviz olarak feda etmeye insanları zorlaması gerçeğinde yatmaktadır.

“Yaşam uzlaşma gerektirmez mi?”  sorusu genellikle, temel bir prensiple bir somut, spesifik kaprisi birbirinden ayıramayanlar tarafından sorulmaktadır. Kişinin istediğinden daha küçük bir işi kabul etmesi bir “uzlaşma”  değildir. Kişinin yapmak için işe alındığı işi nasıl yapacağı konusunda işvereninden emirler alması bir “uzlaşma”  değildir.

Bütünlük, kişinin sübjektif kaprislere sadakatinden oluşmaz, fakat akılcı prensiplere sadakatten oluşur. Kelimenin kişiliksiz anlamında “uzlaşma” kişinin rahatının bozulması değildir, fakat inandığı şeylerin bozulmasıdır. Bir “uzlaşma”, kişinin sevmediği bir şeyi yapması değil fakat kötü olduğunu bildiği bir şeyi yapmasıdır. Bir kişinin müzikten hoşlanmadığı halde bir konsere giden eşine refakat etmesi bir  “uzlaşma” değildir, sosyal uyum uğruna, güya dini vecibeler uğruna veya görgüsüz hısımlarına karşı cömertlik uğruna eşinin akıldışı taleplerine teslim olması ise bir “uzlaşmadır.”  Kişinin görüşlerini paylaşmadığı bir işveren için çalışması bir “uzlaşma” değildir; onun fikirlerini paylaşıyormuş gibi yapmak bir “uzlaşmadır.” 

Tüm bu örneklerle öne sürülen gerekçe “uzlaşmanın”   sadece geçici olduğu ve kişini bütünlüğünü gelecekteki bir tarihte tekrar geri alacağıdır. Fakat kişi, eşinin akıl dışılığına teslim olarak ve bu akıl dışılığın büyümesini cesaretlendirerek düzeltemez. Kişi muhalif fikirlerin gelişmesine yardım ederek kendi fikirlerinin zaferini sağlayamaz!! Kişi, işe yaramaz şeyler yazarak edindiği bir hayranına bir edebi başyapıt sunamaz.  Eğer kişi başlangıçta kendi kanaatlerine sadık kalmazsa –kişinin mücadele etmek için cesaretinin olmadığı kötülüğün gücünü artırmaya yardım eden- ihanetler silsilesi  bunu daha sonraki bir tarihte kolaylaştırmaz, sadece imkansız hale getirir.

Ahlaki prensipler üzerinde bir uzlaşma olamaz.  “Gıda ve zehir arasındaki bir uzlaşmada, sadece ölüm kazanabilir. İyi ve kötü arasındaki bir uzlaşmadan faydalanacak sadece kötüdür. “Yaşam uzlaşma gerektirmez mi?”   diye bir dahaki soruşunuzda bu soruyu gerçek anlamına çevirin: Yaşam; doğru ve iyi olanın yanlış ve kötü olana teslim olmasını gerektirmez mi? Yanıt; yaşamın bunu kesin olarak yasakladığıdır – eğer kişi adım adım kendini yok eden işkence dolu yıllar geçirmek istemiyorsa.

Ayn Rand