Denetimli Serbestlik Ormanı

Yolculuk insana çok şey öğretir. Yola çıktığın zaman kenarından akıp giden manzaraya bakmasını bilirsen aklını kurcalayan birçok sorunun yanıtını da bulabilirsin. Tersine gidiyor gibi görünen kentler, kasabalar, köyler aslında sabit ve değişmezdir. Bu sabitlik yanıltıcıdır. Biraz daha dikkatli baktığında bu sabitliğin içinde yaşanılan değişimin ya da değişmeyecek olanın en gerçek biçimi görünür. Kurgusuz, montajsız ve yorumsuz bu manzara insanı acıtabilir.

Yaklaşık 50 yıl önce Oğuz Atay, Günlük adlı kitabında şu soruyu sorar: “Eskiden insanımız ‘kapalı’ olduğu için dünyanın farkında değildi. Bugün bütün dünyanın ‘müktesebat’ının korkunçluğunu artık hissettiği için eskiye dönmek istiyor. Onu ‘Kaybolan Cennet’ gibi görüyor. Bakalım ne yapacak?

Eski sistemin değerlerinden ve üzerimize biçtiği giysiden vazgeçmeyenler yaşanılan değişim karşısında dehşete düştü. Büyük kentlerin nezih semtlerine ve ülkenin batı sahil şeridine sıkışmış bu insanlar, tıpkı eskiden olduğu gibi, meydanlarda, eli her zaman batıyı işaret eden önderin heykeli önünde toplanmaya devam ettiler, ediyorlar. Bu toplu davranışın oldukça rahatlatıcı bir etkisi olduğunu kabul etmek gerekir. Yine de bütüne oranla küçük, ancak kendi içinde bin parçaya ayrılmış bu topluluk; değişimi kabullenemedi. Onlar, bu değişimin halkın yıllarca eğitimsiz bırakılmasından, eski sistemin korkunç yanlışlarından ya da genelin düşük zeka seviyesinden kaynaklandığını tartışa dursun! İçlerinden bazıları, tam tersi bir çıkışla, “Türkiye Rönesansı yaşıyor” diyerek kafaları iyice allak bullak etti.

İşte, yaşandığı öne sürülen Rönesansın geri dönülmez bir zaferle taçlandırıldığı günlerde, halkın neredeyse tamamı dinsel bir tatil dolayısıyla yollara düştü. Yeni sistemin “bu ülkenin has evlatları” dediği ve her anlamda temelini dayandırdığı sonradan varlıklı, sonradan kentlileri köklerine dönüyordu. Tüm ülke kavimler göçüne benzer bir hareket halindeydi. Yolları dolduran has evlatların pahalı, yabancı arabaları yeni giysinin simgesi Osmanlı tuğraları ile süslenerek bizleştirilmişti. “Batının kültürünü değil, teknolojisini alacaksın” mottosunun izindeki bu efendiler, ardı arkası kesilmeyen dev inşaatlar arasında otoyollar boyunca doğuya ilerliyorlardı.

Yolculuk sürerken ülkenin en büyük kentinin sınırları bir yerde bitti. O noktadan itibaren daha önce rastlanmamış bir serbestlik başladı. Zorla belletilen ve gönülsüzce uygulanan tüm kurallar, kentin sınırlarının gerisinde kaldı. Ucsuz bucaksız duble otoyollarda on binler artık içlerinden geldiği gibi hareket ediyor, ilerliyor, duruyor ya da etrafa bir şeyler savuruyordu. Bu serbestlik sonucunda sıklıkla tıkanan trafikte, Tuğralı ve pahalı arabalarının kapısını açarak otoyola ağız dolusu tükürenler bir anda hafızanın sandığından “why high one why” şarkısını çıkarıyordu. O şarkı yazıldıktan çok yıllar sonra bugün yine yerlere şapır şupur balgam atılsa ya da Adidas’la tekkelere gidilse de artık viski günah diye içilmiyor, gazinolar kapatılıyordu. Artık sadece Rock and roll’ a değil; yeni efendilere ters düşen hemen her şey için mapushane yolu da açıktı. Bugünün egemeni olan serbestlikte bu tür kara mizaha yer olmadığı gibi tehlikeliydi de. Manzara karşısında başı öte yana çevirerek fısıldaman en doğrusuydu: “Come on Abdullah go… Bu can sana kurban olsun!

Ülkeyi baştan sona kaplamış duble yolların her iki yanı kilometreler boyunca bitmez tükenmez çöp yığınları ile doluydu. Şehirler, kasabalar geçiliyor ancak yazın canlı yeşilini yersiz bir kar tabakası gibi kaplayan çöp yığınları bitmek tükenmek bilmiyordu. İnsanlar ‘dinlenme tesisi’ adını verdikleri mola yerlerinde her milimetresi aynı tabakayla kaplı zeminlerde oturuyor, uzanıyor, gülüşüp, eğleniyorlardı. Yollar, sanki bir kutlama için aynı anda harekete geçen ve arkalarında izlerini bırakan milyonlarca salyangozu ağırlıyordu. Bu serbestlik alışılmadık ve kafa karıştırıcıydı. Oysa eski sistem bu konuda bizleri eğitmek için 95 yıl boyunca elinden geleni yapmıştı. İlk yıllarında yolların ne tarafından yürünmesi, nasıl davranılması ya da nasıl giyinilmesi gerektiği gibi şeyler kolluk kuvvetlerinin de yardımıyla halka belletilmiş, okullarda yıllarca adabı muaşeret dersleri okutulmuş. Biz de yakın geçmiş olarak “Türkiye’ni temiz tut, yeşili koru. Arş çocuklar ileri, güzele doğru..” sloganları eşliğinde askeri düzende sıkı bir eğitimden geçirilmiştik. Belli ki şu an yaşanan Rönesansın ve hakim olan serbestliğin ilk işi, asla bizleşemeyen bu izleri hafızalardan silmek olmuştu. Yeni giyside bu tür Batı özentisi motiflere yer yoktu. O zaman anlaşıldı ki, neden bu toplu serbestlik hareketi mega kentin sınırlarının bittiği yerde başlıyordu. Çünkü halen eskinin hayaleti geziniyordu ülkenin batısındaki kentlerde. Ve artık bir hükmü olmadığı bilinse de hayaletin kuralları yeni efendileri tedirgin edip bir parça dizginlemeyi sürdürüyordu.

Anadolu’nun içlerine doğru araçlar ve bıraktıkları izler seyrekleştiğinde bu kez yollarda sıra sıra geçilen köyler, kasabalar ve kentler belirginleşti. Hiç değişmeyen ve hiçbir zaman da değişmeyecekmiş gibi görünen bir manzaraydı bu. Bir yıl belki de yüz yıl öncesinin aynı düzeninde yol kenarına sıralanmış okul, cami ve birkaç köhne ev…  Hepsi, içlerinde hiç insan yaşamıyor izlenimi veren bir ıssızlıktaydı. Köylerin hemen dışında bir çeşme. O çeşmeyi çevreleyen kavakların altında günışığının gizleyemediği ve kadın varlığına kapalı küçük gruplar. Her kasabanın girişinde de oranın övüncünü sembolize eden heykeller. İncelikten yoksun bir totemi çağrıştıran bu heykeller, kasabaların girişinde karşılıyordu seni. Onlarca kasaba, onlarca totem: Ceviz, koyun, boğa, pastırma, bazlama, mısıri seramik vazo… İnsan ister istemez düşünüyordu onları görünce; geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan bu yerlerden hiç mi övünülecek biri (bir iki dinsel önemi olan kişiler dışında) çıkmadı? Buraları, Köroğlu’nun ya da Dadaloğlu’nun nefes aldığı topraklar değil mi? Hiç mi gurur duymadı hemşerileri onlarla bazlama ile gururlandıkları kadar? diye.

Yeni yapılan bazlama ve boğa heykelleri dışında hiçbir şey değişmemiş ve değişmeyecek gibi görünse de gerçek öyle miydi? Eski sistem zamanında da yollar boyunca başına ‘kahraman’ ya da ‘şerefli’ eklenmiş kentler ve kasabalarda; üs geçitler, caddeler, okullar ve camilere adını vermiş tarihi isimler tarafından karşılanıyordun. Ancak, bu kez bilinen tarihin ve kahramanların yerinde yenileri vardı. Hiçbiri tanıdık ve hikayeleri bilindik olmayan adlar. Bu yabancısı olunan yeni tarihin içinde yol alırken geçmişten tanıdık tek bir sözcük göze çarpıyordu: Demokrasi. Eskiden alışık olunan üzere bugün de kilometre başı yollar yeni devlet büyüklerinin dev resimleriyle bezeliydi. Bu resimlerin altında ‘demokrasi’ övgüleri ve henüz tam hakim olunamayan yeni tarihin demokrasi zaferleri anlatılıyordu. ‘Demokrasi’ dışında eskiden bilindik diğer tüm kavramlar uçup gitmişti. Özgürlük, eşitlik, uygarlık, çağdaşlık… Artık yoktu yollarda.

Bunlarsız bir demokrasi güzellemesinin içinde yol uzayıp giderken gür ormanlar yerini sarı bozkıra bırakıyordu. Yolun başından bu yana yaşanılan tuhaf serbestliğe karşın havada bir sıkıntı hissediliyordu. Bildiğin ama dile getirmediğin ya da bilinen karşısında yapman gerekeni yapmadığında hissettiğin türden bir sıkıntı. Sadece başını yukarı kaldırdığında sarıya tezat mavi gökte uçan sığırcık sürüsü ve peşindeki kartalı gördüğünde yok olan bir sıkıntı. Gökyüzünü bırakıp yolun kenarından akan manzaraya dönünce bir tabela göze çarptı. Boş ve çorak bozkırın ortasına yeni dikilmiş üç beş fidan için konan bu tabelada ‘Denetimli Serbestlik Ormanı’ yazıyordu. Denetimli serbestlik de nedir?

Bilmediğim bu kavram yeni sistem için oldukça önemliydi ki adına bir orman yeşertiliyordu. Hiçbir şeyin değişmediği ve hiçbir zaman değişmeyeceği kentlerin birinde mola verildiğinde kent sakinleri, yollardaki serbestliğin benzeri bir telaşla etrafta koşturuyor, kurbanlık hayvanlarını arkalarından ittirmek suretiyle mezbahalara sokuyorlardı. Nereden ve nasıl geldikleri belirsiz ve görünüşleri yabancı bu canlıların çoğu bu toprakların aşina olduğu itaati sergilemiyordu. Zaten nereden ve nasıl geldikleri pek de önemli değildi; kanlarının akıtılması yeterliydi. Bu hummalı çalışma sürerken mola verdiğim bir yerde -tesadüf bu ya- ayaküstü sohbet ettiğim biri “denetimli serbest” çıktı! Kent girişindeki tabelanın görüldüğünü ancak anlaşılmadığını anlayarak açıkladı: “Denetimli serbestlik; mahkemece belirtilen koşullar ve süre içinde, denetim ve denetleme planı doğrultusunda şüpheli, sanık veya hükümlünün toplumla bütünleşmesi açısından ihtiyaç duyduğu her türlü hizmet, program ve kaynakların sağlandığı toplum temelli bir uygulama. Denetimli serbestlikle, hükümlülerin ya da şüphelilerin suç işlemesine neden olan davranışlarının düzeltilerek, tekrar suç işlemelerinin önlenmesi, cezaevine girip salıverilen hükümlülerin takip edilmesi ve bu yolla toplumun korunması amaçlanıyor. Ben; şüpheli bir gruba yakın olduğum şüphesiyle iki yıl hapis yattım. Oysa, bu kentte o gruba herkes ne kadar yakınsa ben de o kadar yakındım. Sonra, mahkeme suçlu olduğuma ilişkin yeterli kanıt bulamadı ve denetimli serbest olarak salıverildim. İşimi kaybettim. Eşim de benim yüzümden işini kaybetti. Artık devletin bize izin verdiği kadar seyahat etme ve çalışma hakkım var. İşte, o ormanın adı buradan geliyor. Ağaçları biz diktik.”

Bu kısa ve aydınlatıcı açıklama için minnettar olduğumu söyledim. O ise gülümsedi. mezbahadaki kurban sırası ona geldiği için iyi yolculuklar dileyerek sevinçli bir telaşla uzaklaştı. Denetimli de olsa serbestliğinden memnun bu insanı geride bırakıp yola çıkarken; havadaki sıkıntı daha da arttı. Yol boyunca manzaraya eşlik eden radyonun sesi geride kalan kentle ilgili haberleri iletiyordu;

“…Bu bayram halkımız ete doydu” müjdesini veren bakanımız kentimizde bir günde 4 bin 500 kişinin hastanelere gitmesine neden olan hastalık ile ilgili olarak vatandaşları bilinçli olmaya ve…”

SS

Share:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir