“Bana bir dayanak noktası ve yeterli uzunlukta bir kaldıraç verin dünyayı yerinden oynatayım.”
Arşimed
“Ve bana iki demir çubuğa bağlanmış tekerlekler yeterli büyüklükte bir çuval verin; kenti tüm yükünden kurtarayım!”
Murat
Günün ilk ışıkları… Sessiz hayaletler sokaklarda. Kiminin yükü şimdiden ağır, kimi bir kelebek gibi hafif süzülüyor. Bir sokaktan diğerine. Gecenin en derin karanlığına dek sadece görmek isteyen gözlere görünecekler.

Öğlene doğru sokak kalabalıklaşıyor, ritmi hızlanıyor. Onlar hep aynı döngüde devam ediyorlar. Henüz 20 li yaşlara ulaşmamış iki genç kız. İkisi de incecik ve uzunca. En sevdikleri zaman gün ortası okulun sokağındaki marketin önünde oturdukları an. Demir ve brandadan oluşan ve onları görünmez kılan kabuklarını bir kenara bırakıyorlar. Hava sıcak ise soğuk içecek; değilse ucuz çikolata dişleyen ve aralarında kıkırdaşan herhangi iki genç kıza dönüşüyorlar. Hemen arkasından tek gözünün yokluğunu kır saçlarının gizlediği köpek yoldaşları ile yaşlı adam. Köpeklerden biri irice ve erkek. Diğeri daha ufak tefek ama semiz bir dişi. Her ikisi de adamla aynı ağır yükü çekercesine etrafla ilgisiz, yorgun, görünmez olduklarının bilinciyle dev çuvalı takipteler. Ancak geçen yazdan bu yana köpekler yok. Dişi ölünce, erkek olan izlemeyi bırakmış kederinden. Artık yalnız çekiyor onca yükü yaşlı adam. Ve sonra delikanlılar… Kulaklarında kulaklık. Hızlı, güçlü, atik ve sessizler… Sadece dinliyorlar ve arada birbirleriyle -bizim asla duyamadıklarımızı- konuşuyorlar. Ve topluyorlar: Kağıt, karton, metal kutu, plastik… Kentin tüm yükünü yükleniyorlar omuzlarına. Onlar işlerini bitirdiğinde ise yenileri geliyor. En yeniler, en yabancı olanlar: Kocaman gözlü çocuklar ve adamlar. Kadınları yok onların. Üstlerinde yeni geldikleri kentin onlara sunduğu giysiler eğreti duruyor – tıpkı onların da burada durdukları gibi- Altlarında kopup geldikleri toprakların renginde şalvarlar. Çıplak bileklerini açıkta bırakan sıcak çöllerden gelen bu kumaş sadece onlarla uyumlu. Tezat kuşanmış bu adamların bakışları yaban. Çöpleri karıştırıyor ve yanı başlarından akıp gidenlere bakıyorlar. Gözlerini yakalıyorum anda gülümsüyorum. Ve onu görünür kılıveriyorum. Bakışları bir kara deliğe dönüşüyor; her şeyi yuttu yutacak. Ağzı aralanıyor. Esmer yüzünde bembeyaz bir gülümseme beliriyor anlık. Sonra kayboluyor ve iki demirin ucundan yakalayıp çekmeye başlıyor. İşte bu en yeniler, hayaletler arasında en görünmez olanlar.
Mevsimler, yıllar, darbeler, tatiller, seçimler, depremler, şenlikler, direnişler, salgınlar… Hayat akıyor. Kent ve insanları her gün yeni bir gerçeğe uyanıyor, boğuşuyor ve öfkeleniyor. Sokakta sesler giderek daha yüksek çıkıyor, araba kornaları daha bir uzun ve tiz. Hayaletler ise kimi zaman kalabalık, kimi zaman zorla boşaltılmış ıssız sokaklarda aynı sakin sessizlikte devam ediyor. Onlar; zamanın bizlere getirdiklerinin dışındalar. Sabahın ilk ışıklarıyla… İki genç kız tam öğle vakti kaldırıma oturuyorlar. İki köpekli ve kör yaşlı adam– artık köpekler yok; biri ölünce diğeri takipten vazgeçti- yükü taşıyamayacağı kadar ağırlaştığında yerini yenilere bırakıyor. Delikanlılar ise çöp kutularının yanına çökmüş -bizim asla duyamadıklarımızı- fısıldaşıyor.
Tam o sırada, çöpe ufaklığın eski ayakkabıları bırakan bir anne çocuğuna bir şeyler tekrarlıyor: “Sokakta insanlara “merhaba” demelisin” Bir kabalık yapmış ufaklık. Kaldırımda ilerleyen ve utancın kızgınlığını yaşayan annenin yanından iki demir çubuğa bağlanmış tekerlekler ve çuvalı sürtünerek geçiyor. Çuvalın üstünde yaban gözlü bir çocuk – ayağındakiler az gerideki çöpün ganimeti – ve ganimet eski sahipleri ile yan yana ilerliyor. Ne anne ve ne de çocuk görmüyor, Belli ki hayaletlerin dokundukları da görünmez oluyor.
Oysa, onlar bizi görüyor. Hem de tüm çıplaklığımızla. En mahrem sırlarımızdan, neşemize, kederimize dek biliyorlar. Kendimizden aceleyle uzaklaştırdıklarımız–tıpkı bir parmak izi gibi- ele veriyor bizleri. Yırtılmış bir fotoğraf, bitmiş ya da henüz başlayan bir alışkanlık, kağıt, karton, metal kutu, plastik… Ağzı sıkıca düğümlenmiş, apar topar fırlatılmış bu izlerden okuyorlar her birimizi. Hayaletler her gün tüm kentin sırlarını yüklüyorlar çuvallarına. Çok büyük bir yük bu! Bilmeyi istemeseler de belli ki sessizlik yeminleri bu yüzden. Hayaletlerin her şeyi bildikleri için bizimle konuşmadıklarından emin oluyorum.
Yıllarca uğraşıyorum, görünür kılıyorum ama sessizlik yeminlerini bozamıyorum. Sırlarını merak ediyorum. Annenin çocuğuna öğrettiği gibi ne bir “merhaba” ne de gülümseme kilit vurulmuş bu ağızları açamıyor. Benedik’tin Tarikati gibi suskunlar. Sadece nazik bakışlarla karşılık veriyor iki genç kız, yaşlı ve tek gözü olmayan adam, delikanlılar ve en son gelen en yabancılar… Gerçi bu sessizlik başlarına çok iş açıyor: “Muhtarın köpeği sabah ölü bulunmuş, başına taşla vurmuşlar. Onlar yapmıştır.”; “ Dün gece karşı apartmanın bisikletleri çalınmış, onlar yapmıştır…” Olanları görüyorlar, söylenenleri duyuyorlar, biliyorlar ama susuyorlar!
Ta ki o güne kadar… Salgını zamanı… Sokağa çıkmak yasak, onlar dışında! Çıkabilmek maskeli! Saatlere ayrılmış günler, kurallara bağlanmış temiz hava ve günışığı. Yaşlılar öğlen, gençler akşam üzeri. Sokaklarda üniformalılar dolaşıyor. Alışık olduğumuz mavililer, yeni tanıştığımız kahverengililer… Sokaklarda insandan çok üniforma var ve bir de hayaletler. Çünkü onlar, zamanın bizlere getirdiklerinin dışındalar ve görünmüyorlar. İki demir çubuğa bağlanmış tekerlekler yeterli büyüklükte bir çuvallarıyla sessizce kentin yükünü çekiyorlar. Ancak, aniden bir grup kahverengili delikanlılardan birini görünür kılıyor -Belli ki boşluktan ve sessizlikten canları sıkılmış- Delikanlıyı bir çembere alıyor ve sürekli soruyorlar:
“Masken nerede?” Sesleri giderek yükseliyor, balkondan olanı biteni izleyen bana kadar ulaşıyor. Delikanlı susuyor- onların sessizlik yemini var- kahverengililer ise vazgeçmiyor. Öfkeleniyorum; hayaletler maske kullanmıyor. Çünkü görünmüyorlar, kimse onlara yaklaşmıyor ve konuşmuyor. Hatta nerede ve nasıl yaşadıkları, ne zaman hastalanıp öldükleri ile de kimse ilgilenmiyor. Ve kentin tüm çöpünün içinde maske hiçbir işe yaramıyor, kirleniyor! Kahverengililer bunu bilmiyor mu? Bilmiyorum. Çok öfkeleniyorum. Sessizce dışarı çıkıyorum- oysa dışarı çıkmam yasak- gruba doğru yaklaşıyorum. Kahverengililer bağırmayı sürdürüyor, delikanlı susuyor. Çemberi yarıyorum, yanına yaklaşıyorum ve uzatıyorum. Hiç konuşmuyorum, hiç konuşmuyor. Kahverengililer şaşkın bakıyor. Bana soru soruyorlar, bir şeyler söylüyorlar, yanıt vermiyorum. Sessizlik yemini ediyorum. Çünkü konuşursam, kentin tüm yükü bir ejderha gibi kusulacak üzerlerine. Şimdi anlıyorum!! Gürültüye devam ediyorlar, susuyorum. Ve susmaktan hiç korkmuyorum. Delikanlı uzattığım maskeyi sessizce alıyor, takıyor. Dönüp, geri gidiyorum. Ben de görünmez oluyorum. Sonra o günü unutuyorum, haftalar geçiyor. Sokak kendi ritminde. Yasaklar biraz azaltılmış. Kaldırımda yürürken iki demir çubuğa bağlanmış tekerlekler ve yeterli büyüklükte bir çuval yanıma yaklaşıyor, delikanlıya gülümsüyorum. Delikanlının ilk kez sesini ve yarı aralanmış ağzından dökülen birkaç cümlesini duyuyorum: “Abla, ne zaman bir şeye ihtiyacın olursa söyle…”
SS