Yazar: saudade

Kişisel İlişki mi?

Geçen gün kitapçıda rastgele seçtiklerimin orasını burasını kurcalarken önsözünde “Yaşamak; kişisel ilişki kurmaktır” yazan bir kitaba denk geldim. “Utanmamış, sıkılmamış kafa bulur gibi aforizma yumurtlamış” diye okkalı bir küfür savurmak üzereyken toparladım. Ailem ve yakın çevrem evdeki eşyalarla, kedi ve köpeklerle, en çok da kendimle konuşmama alışık;  ancak toplum içinde kitaplara yüksek sesle küfretmemi yani kişisel bir iletişim kurmamı sanırım kaldıramazlar.

Evet; “Yaşamak; kişisel ilişki kurmaktır “ olabilir Sevgili Yazar! Varoluşumuzun tek amacı budur! Eureka… O yüzden; doğumdan itibaren sağımızın solumuzun  ‘hazır paket’ ana, baba, kardeş, akraba ile dolu olması yetmezmiş gibi tüm hayatımızı –Her oynadığımda çuvalladığım SIMS oyunu gibi…-  “ilişki” adı altında insan biriktirmeye!- öyle tanımlıyorlar-  birikenleri koruyup kollamaya en sonunda da birikintilerin yarattığı enkazları kaldırmaya adarız. Bizi öyle yetiştirdiler çünkü.  Sevgili yazar gibiler de bu malzemeleri bir güzel kullanır; “Kişisel İlişkiler Nasıl Korunur “ ya da “ En Az Hasarla Kişisel İlişki Kurmanın 10 Yolu” gibi kitaplar yazar.  İşte bu kafalar, milleti yoldan çıkarıp sonra da ‘Türkiye Ruh Sağlığı Profili’ verilerine gözlüklerinin üzerinden bakarak “cık cık cık” demesin.  Bugün ülkede 5.5 milyon kişi tescilli, bunun 10 katı kadar tescilsiz; depresyon başta olmak üzere anksiyete ( kaygı bozukluğu) gibi rahatsızlıklardan muzdarip insan olmasını sosyoekonomik ya da politik nedenlerde aramasın. Sokaktan geçen herhangi birine sorun “Ruh sağlığınızı en çok ne bozuyor?”  diye. Vereceği yanıt yüksek ihtimal “diğer insanlar ve kurduğum ilişkiler” olur. Yaşamın temel amacı kişisel ilişki kurmak ise sonucu da depresyon ya da kaygı bozukluğudur.

Şimdi; bu konuda yazmaya kalksam piyasadaki “İlişkiler Üzerine Yumurtlamalar” raconuna uymaz ve doğal olarak okunmaz. Bir de üstüne  bir sonraki yılın “Türkiye Ruh Sağlığı Profili” verilerine “SS” olarak bir katkı sağlarım. Çevremde bu alanda hiç de başarılı biri olarak tanınmıyor olmak da üzerine tüy diker. Ancak yine de anlatacağım. Lütfen piyasadaki “İlişki guruları” kadar görüşlerime de kulak verin. Hoş, benim  “aydınlanma” olayım pek de havalı bir dekorda gerçekleşmez ama olsun. Genelde mutfakta yemek yaparken aydınlanırım. Ancak, sağlam aydınlanırım. Şimdi, sıkı durun! Piyasadaki tüm kişisel gelişim ya da ne deniyorsa bu konuyla ilgili kitaplara bakın. Çoğunluğu, fos ve gerçeklikten uzaktır. Neden mi?  Çünkü, en başta ilişkilerin doğasını yanlış anlatırlar “İlişkinizi Nasıl Korumalısınız?”  gibi tuhaf sorular sorarak onları statik bir doğada değerlendirirler. Bu sabitliğin korunabilmesi için de öneriler sıralarlar. Oysa, çalışma arkadaşlarınız, çocuğunuz, sevgiliniz ya da komşunuz olsun fark etmez; kurduğunuz ilişkiler statik değil, dinamiktir. Diğer bir deyişle masallardaki gibi “sonsuza kadar mutlu ve süren bir ilişki” diye bir sabitlik keşfedilmiş değildir.  En az iki kişi ile kurulan tüm ilişkiler; zaman, mekan, diğer insanlar gibi her türlü dış etkenlerden etkilenir ve kontrolünüz dışında değişirler. İstediğiniz kadar kendinizi parçalayın ilişkileriniz tıpkı hava durumu gibi sizden bağımsız olan bir nanedir. Kitaplar, ilişkileri evinizdeki kristal avize gibi anlatsalar da onları koruyup, kollayıp parlatarak berbat bir hal almalarını ya da sonlanmalarını engelleyemezsiniz.

Eğer dinamik doğalarına karşın ısrarla enerjinizi ilişkilere harcamak istiyorsanız; hiç olmazsa ikinci öneriye kulak verin.  Anamızın karnından çıktığımızdan itibaren insanlarla ilişkilerde bize egoist olmamamız gerektiği öğretilir. Kimdir egoist? “Benim için benden daha önemli bir şey yoktur!”  diyen ve tüm yaşamını ve doğal olarak ilişkilerini buna göre yaşayandır.  “İlişkiler Üzerine Altın Yumurtalar” kitaplarında işte bu durum neredeyse bir hastalık gibi anlatılır. Bu şekilde düşünenlerden kaçmanız söylenir. Onun yerine bol bol alturizm yani bencilce duygularınızı ya da çıkarlarınızı olabildiğince bastırıp hep başkalarının yararını düşünerek yaşamak, davranmak ve ilişki kurmak öğütlenir. Buyrun! İlişkilerin statik değil dinamik olduğu gerçeğini yadsımaları yetmezmiş gibi iyice dibe vurun diye bir de “saçınızı ilişkileriniz için süpürge edin” derler. Bu şekilde davranmayı öğrenirseniz  eğer  patronunuz sizi daha çok sever birlikte akşam içmeye bile gidebilirsiniz. Birlikte zaman öldürmeyi sevdiğiniz üst komşunuz da -sırf ilişki bozulmasın diye ses çıkarmadığınızdan- belki tepenize halı silkelemeyi bırakır. Sevgilinizin arızaları da bu vericiliğinizle düzelebilir. Sevgili dostlar, mutfak aydınlanmalarım bana gösterdi ki “genel vericilik” sadece kan gruplarında işe yarar; insanlar arasındaki ilişkilerde değil.  Eğer, ellerinizin titremesini,  geceleri uykunuzun kaçmasını ya da öz saygınızın ‘verici’ olmak adına yerin dibine boylamasını istemiyorsanız  öncelikle ilişkilerle ilgili tüm kitaplarınızı çöpe atın. Bu saçmalıkları anlatan gurulara rastladığınızda TV nizi derhal kapatın. Yaşama amacınızı ‘Ben’ olarak belirleyin ve en değerli ilişkinizi kendinizle kurun.  Enerjinizi kendinize; zamanınızı ve paranızı da daha anlamlı kitaplara harcayın. Sevgiyle ve kendinizle kalın!

SS

Mektup

Bu toprakların belki de en kalplere kazınan yazarı olan Oğuz Atay’ın 1961’de askerlik arkadaşı ve meslektaşı Avşin Baysal’a yazdığı mektup, 56 yılın ardından sevdiklerince bizlerle de paylaşıldı. Yazarlık serüveni öncesindeki yaşamından kesitler taşıyan mektup, sonrasında yazacağı unutulmaz yapıtlarına ve yaşamı algılayışına ilişkin ipuçlarını barındırıyor:

19 Mayıs 1961

Sevgili Avşin;

Sana uzun zamandır yazmadım, daha doğrusu artık yazışma alışkanlığımızı kaybettik. Bu önemli haber de olmasaydı belki uzun bir süre daha yazışmayacaktık. Evet sana önemli bir haberim var; evleniyorum. Bizim bazı davranışlarımız galiba çok benziyor. Ben de senin gibi bu haberi bir mektupla veriyorum. Senin yaptığın gibi uzun bir “yazışmama” devresi sonunda bu sessizliği bozarak seni-bana da öyle olmuştu- şaşırtıyorum. Daha başka benzeyişler var. Evleneceğim kızı daha önce tanıyordum. Fakat uzun zamandır görüşmüyorduk. Bir gün ona -yalnız yolda değil- sinemada rastladım. konuştum. Sonra… sonrası belli. Bu cümle çok söylenmiştir ama yeniden yazılabilir: evlenme kararı verdik. Belki şu satırları okurken “se de mi?”, “yok canım”, “vah! vah!” benzeri sözleri aklından geçireceksin. Eksik olmasınlar, buradaki arkadaşlar bu sözlerin öyle varyasyonlarını buldular ki senin yeni bir şey söyleyebileceğini sanmam. onun için ciddi ve “meselenin ehemmiyetine müdrik”(!) fikirler beklerim senden. Yalnız şu arada belirteyim; bu konuda yapılan esprileri (arkadaşların yaptığı) ben şahsen komik bulmadım. Evet, bütün takılmaların gerisinde, akılları kurcalayan soruya gelelim; neden evleniyorum? Ben hani şu falan filan adam, mangalda kül bırakmayanlar bankası umum müdürü nasıl olur da… Bu soruların çoğunu cevapsız bıraktım ya da beylik cevaplar verdim; çünki birçoğunun düşündüklerimi anlamayacağını yada inanmayacağını gördüm. Fakat -iltifat değildir- senin bu konuda daha anlayışlı olduğunu bildiğim için düşüncelerimi anlayacağını, daha doğrusu anlamak değil de -tabii anlayacaksın- sözlerin gerisinde kuramları sezeceğini -bence burada en yerinde kelime “sezgi” sanıyorum.

Evet, neden evleniyorum ? Sebeplerden bir tanesi çok apaçık. Fazla açıklamanın gereksiz olduğunu takdir edersin. Belki harbi kaybetme sebeplerini “önce barut yoktu” diye saymaya başlayan subaya benziyorum. bundan sonraki sebepleri önemli saymayabilirsin. Nitekim çok kimse öyle düşündü. Bu konuda objektif olamıyacağımı bildiğim için hiçbir düşünceyi kötülemeyeceğim; sadece bu sebebin dışında başka sebepler de olduğunu sandığım için bunları kaydetmekle yetineceğim.

Kendimi huzursuzluk arayan, karışık işleri çözmekten hoşlanan bir adam sanıyordum. İnsanlara ancak mutlak huzursuzluğun bir şeyler yaptıracağını ve huzurun ölüm gibi bir şey olduğunu düşünüyordum. Yanılmışım. Gerçekten çok huzur uyuşturabilir; ama gereksiz huzursuzluklar aynı derecede zararlı olmaz mı? Sonra huzur ayaklarını uzatıp yatmak hiçbir şey düşünmemek demek değildir. İnsan en hareketli ve yorucu devresinde bile huzur içinde olabilir. Bu düşüncelerimi şöyle özetleyebilirim: “Kendini halletmeyen insan kendi dışında hiçbir şeyi halledemez”. Düşüncenin istenilen bir yere teksif edilebilmesi için diğer noktalardan kolayca ayrılması, yani başka meselelerin halledilmiş olması gerekir. Ben daha önce -son bir yıldır yeni şeyler düşünüyorum- insanın bir şeye kendini verebilmesi için başka her şeyi terk etmesi gerekir gerekir sanıyordum. Fakat ya o şeyler seni terk etmiyorsa? Bıraktığın şeyler senin tam insan olmanı engelliyor. Seni asosyal bir tip yapıyor. İnsanın dışına çıkan biri, insanlar için ne yapabilir?

Ben kendimi hiçbir zaman asosyal bir tip olarak görmedim. Bunu sen de bilirsin. Bununla birlikte gene de bende yıkıcı, kırıcı taraflar vardır. Senin tolerans duygun ve kolay kırılır bir insan olmamanın dostluğumuzun kurulmasında önemli payı olmuştur. Bir insan kendisine sorulan şeylere sinirli bir şekilde, kırıcı cevaplar veriyorsa kendinde bir eksiklik var demektir. Rahat konuşma tarzı karşındaki insana emniyet verir. Ben insanları sert ve alaycı üslublarımla şaşırtmayı tercih ediyordum. Böyle bir insan değildim. Sadece böyle görünmenin daha akıllıca olduğunu sanıyordum. Yumuşak görünmenin gerçekten de öyle olmak anlamına geldiğini düşünüyordum. Oysa benim anladığım tarzda sertlik ancak gergedanlara yakışırdı. İnsan dış tesirlere kapısını kapamak için derisini kalınlaştırır. Böylece sağlamlık kazandığını sanır. Oysa kalıplı düşünceleri bozulmasın, hazmetmeden edindiği şeyler tenkit süzgecinden geçmesin diye tıpkı Ionesco’nun insanları gibi “isteyerek” derisini kalınlaştırır. ( Bu sözlerimden piyesi gördüğümü ve çok beğendiğimi anlamışşsındır.) Piyesteki Botard’ı hatırla. Her şeyin gerisinde “hile sezen”, hiçbir şeye “görmeden” inanmayan gergedan bir “toplumcu” olmak istemiyorum. Ben insanlara ait şeyleri seviyorum. Gergedanlara ait olanları değil. İnsanlara ait şeyleri sevdiğim için onların severek yaptığı bir şeyi ben de yapıyorum: evleniyorum.

Sana bizim dergi işinden bahsetmiştim. Turhan’ın son gün ayrılışını da anlattığımı sanıyorum. İşte ben Turhan’ın o günkü tartışmada gergedanlaştığını gördüm. Hem de tıpkı Ionesco’nun oyununda olduğu gibi. Bu piyes hakkında çok şey söylemek istiyorum. Görüştüğümüz zaman daha uzun konuşuruz. Sadece piyesi seyrederken içinde yaşadığımı -tabii gergedan olarak değil Beranger olarak -ne kadar mütevaziyim! değil mi? Ve artık düşüncelerimi ifade ederken gergedanı dilimden düşürmediğimi söyleyebilirim; söylemek istediklerim böylece o kadar kısalıyor ki.

Sonra biliyor musun ben saadetten hoşlanıyorum. Onun için de evleniyorum. Saadetten derken güzel ve yumuşak bir şeye dokunuyor gibi oluyorum. Bir insanın idam edilişini düşünmekten ne kadar hoşlanmıyorsam, saadetin kelimesini bile düşünmekten de o kadar hoşlanıyorum. Kendimi ölçtüm, biçtim; meziyetlerimi, kusurlarımı düşündüm. Sonra karar verdim: benim bu halimle birçok insandan daha fazla mesut olmaya hakkım var. Pek öyle kötü bir adam sayılmam; ne dersin?

Bu yazdıklarımdan beni gevşeyip, yere serilmiş sanabilirsin. Ben öyle sanmıyorum. Aksine eğer bundan sonra bir şey yapacaksam daha imkanlı olacağıma inanıyorum. Bir de şu mesele var: “dünyaya nizamat vermek” olmayacak galiba. Bir şeyin doğru olduğunu bilmek başka onu gerçekleştirmek ise çok başka. Şu halimle belki çevremdekiler içinde bu işi en çok ben becerebilirim, ama bir işin yapılması için sadece “bazı insanlardan daha iyi olmak” yetmez ki. Bizatihi (kelime çok eski ama daha iyisi yok) değerli olmak gerek. Ben son senelerde bir şeyler öğrendiysem şunu iyi anladım: bu işi yapmak güç ve şartlar uygun değil. O zaman da şu kalıyor: davanın bir neferi olup ayak işleri yapmak. Özür dilerim, ben biraz ihtiraslıyım: her işte yukarıda olmak isterim. Beni egoist bulmadığını tahmin ederim. Gerçek bu yazdıklarım sen de biliyorsun. İnsanları bir şey yapmaya zorlayan kuvvet -işin mahiyeti ne olursa olsun, ihtirastır. İhtiras çalışmanın gıdasıdır. Ben ise çok yoruldum boş yere: ihtirasımı kaybettim bu işte….

( Oğuz Atay’ın ölümünün 40. yılında Gürsel Göncü’nün ilk kez ulaştığı ve yayınladığı mektubundan alıntılanmıştır.)

Bilim ve Din: Çatışmanın Kökleri

Bilimle din arasındaki savaş biraz garip bir savaş olmuştur. Her zaman, her yerde -on sekizinci yüzyıl sonu Fransa’sı, Sovyet Rusya bir yana- bilim adamlarının çoğunluğu çağların dinsel görüşünü desteklemişlerdir.

Bilim yetersizdir” … Bilimin değerler konusunda söyleyebileceği hiçbir şey yoktur, “sevmek nefret etmekten daha iyidir” ya da “iyilik zorbalıktan daha çok istenir” gibi önermeleri tanıtlayamaz. Bilim, isteklerimizi anlayabilmemiz için yollar gösterir bize, ama bir isteğin öbüründen üstün olduğunu söyleyemez.

Dini desteklemek için, bilimin alanı dışında, özel olarak “esinlenim” diye belirlenebilen bir bilgi kaynağının varlığını kabul etmeli miyiz? Tartışması güç bir sorudur bu, çünkü gerçeklerin kendilerine esinlenim yoluyla açıldığını söyleyenler, o gerçeklere, bizim duyularımızla algıladığımız nesnelere tanıdığımız ölçüde bir kesinlik tanırlar. Bir adamın teleskopla bizim hiç görmemiş olduğumuz şeyleri gördüğüne inanırız; ötekiler de aşağı yukarı aynı durumda olduklarını, tıpkı teleskoplu adam gibi tartışma götürmez haberler verdiklerini söyleyerek, kendilerine neden inanmadığımızı sorarlar.

Bir bilim adamı bize bir deneyin sonucunu söylediği zaman, o deneyin nasıl yapıldığını da söyler; başkaları da aynı deneyi yaparlar. … Bilim algıya, çıkarsamaya dayanır; güvenilir yanı, herhangi bir gözlemcinin de algı sonuçlarını sınayabilmesidir.

Mistiklerin en büyük dayanağı birbirleriyle uyuşmalarıdır. … Mistikler yaşantılarını dile getirebilme yetileri yönünden büyük ayrılıklar gösterirler, ama en başarılıların hepsi: (1) bütün bölünmelerin, ayrılmaların düşsel, çevrenin bölünmez tek bir bütün olduğunu; (2) kötülüğün bir kuruntu, herhangi bir parçanın başlı başına bir varlık sanılmasından doğan bir kuruntu olduğunu; zamanın düşsel, gerçeğin sonrasız, ölümsüz anlamında sonrasız olduğunu ileri sürerler. … Bu üç önerme onların bütün etkinliklerini özetleyen örneklerdir.

Açıkça, bizim alıcı bir kafamız olmadığı, bu işler için gerekli alçakgönüllülükten yoksun bulunduğumuz ileri sürülecektir. Mistisizmi temel alan felsefenin Parmenides’ten Hegel’e değin uzayan bir geleneği vardır. Parmenides: “Varolan şey, yaratılmamıştır, yok olamaz; çünkü bütündür, değişmez, sonrasızdır. Hiçbir zaman, ne geçmiştedir ne de gelecekte; şimdi vardır, bütünüyle süreklidir.

Hıristiyanlar için, kamutanrıcılıktan (pantheism) kaçma konusu nda buna benzer bir güçlük vardır: dünya bir görünüşten başka bir şey değilse, Tanrı hiçbir şey yaratmamıştır, dünya dediğimiz gerçek Tanrı’nın bir parçasıdır ancak; ama dünya belli bir oranda gerçekse, Tanrı’dan da ayrıysa, her şeyin bir bütün olduğu yolundaki düşünce, mistisizmin bu temel öğretisi, bizce önemini yitirir, dünyanın gerçekliği ölçüsünde dünyadaki kötülüklerin de gerçek olduklarını düşünmek zorunda kalırız… Birmingham Piskoposunun söylediğine göre: “Kamutanrıcılığın her türlüsü terslenmelidir bence, çünkü insanın, Tanrı’nın bir parçası olduğu gerçekse, insandaki kötülük Tanrı’da da vardır demek.”

Evrensel Amaç
Modern bilim adamları arasında dille düşman ya da ilgisiz olmayanlar, daha önceki kör inançların yıkıntıları ortasında ayakta kalabileceğini umdukları bir inanca dört elle sarılmışlar dır. Bu, Evrensel Amaç inancıdır. Bu öğreti değişik biçimlere sokulmuştur, ama hiç değişmeyen ortak yanı, evrimin ahlak bakımından değerli bir amaca doğru geliştiği, bir bakıma bütün evrim sürecinin bir nedene bağlana -“‘ bileceği düşüncesidir. Öğretinin üç biçimi vardır: birinciye tanrıcı (theist), ikinciye kamutanrıcı (pantheist), üçüncüye de “açığa vurma” (emergent) adını verebiliriz.

Kamutanrıcı biçimde, Tanrı evrenin dışında değildir, bir bütün olarak görülen evrenin ta kendisidir. Bundan dolayı, bir yaratma eylemi var olamaz, yalnız, evrende yaratıcı bir güç vardır, her şey bu yaratıcı gücün belirlediği bir düzen uyarınca gelişir. “Açığa vurma” biçiminde, amaç daha belirsizdir. Evrende hiçbir güç sonradan olacak şeyleri önceden göremez, ama evrenin işleyişinde daha gelişmiş biçimlerin var olmalarını sağlayacak değişikliklere yönelen sürekli bir kör itilim vardır, bundan dolayı sonuç, kör bir anlamda da olsa, az çok bellidir önceden. “Tanrı yalnız bizim dışımızda bir varlık değil, kişiliklerin kişiliği olarak hem içimiz dedir hem de bizi dıştan kuşatandır.”

Son bir düşünce de, bize iç rahatlığı kazandıracak bir düşüncedir, tek gerçek olan şey Tanrı’dır, bundan çıkarılan sonuca göre, yoksullar yoksulluklarına pek aldırmamalıdırlar. “ Geçici anların gerçek olmayan gölgeleri, örneğin hiç de gerekli sayılamayacak şatafatlı bir yaşam ardında koşmak aptallıktır. Yoksulların gerçek değeri zenginlerinkinden çok daha büyük olabilir.” Anlaşılan, “tek sonrasız gerçeğin, Tanrının varlığını düşünmekle ulaşacağımız ruhsal ve kişisel gerçek olduğunu” anımsamak, açlıktan kırılan kimselerin yüreklerine su serpecektir.

Zaman -bütün kamutanrıcıların inandıkları gibi- değişmez bir gerçek değilse, neden dünya tarihinde en iyi şeyler önceden değil sonradan ortaya çıkıyorlar? Bunun tersi bir düzenin işleyişi de aynı olmayacak mıydı? Olaylara verilen tarihler bir kuruntudan-başka bir şey değilse, bu ancak Tanrı’nın bileceği bir işse, neden Tanrı hoşa gidecek olayları sona, hoşa gitmeyecekleri de başa koymuştur?

Dost ya da düşman, gizli bir insan dışı gücün varlığı yolundaki inanç, uygar toplumlardan daha çok ilkeller de büyük önem taşır. Gerçekte, din bu duygunun özdeşi ise, insan gelişmesindeki her adım, dinde bir gerilemeyi gerektirmiştir.

Diyorlar ki, evrim üç basamaktan geçmiştir: Madde, yaşam, zihin. Açığa vurma felsefesi geleceğin önceden kestirilemeyeceğini söylerken çok haklıdır, ama bunu söylemekle geleceği kestirmeye yeltenmiş oluyor. İnsanlar “Tanrı” sözcüğünden vazgeçemezlerse de bu sözcüğün bu güne değin dile getirmiş olduğu anlamdan kolayca vazgeçebilirler. Açığa vurma öğretisini benimseyen evrimciler Tanrının evreni yaratmamış olduğuna iyice inandıklarından, evrenin Tanrı’yı yaratmakta olduğunu söylemekle yetinirler. Ama böyle bir Tanrı’nın, şimdiye dek kendisine tapılmış olan nesneyle, adından başka hiçbir ortak yanı yoktur.

Ölümlü varlıkların olduğu gibi, evrenlerin de sonu mezardır.”

Bertrand Russell


Dostlar Üzerine

Bir kişi daima fazladır etrafımda”- böyle düşünür münzevi. “Her zaman bir kere bir –zamanla iki eder bu!

Ben ve kendim her zaman çok ateşliyizdir konuşurken nasıl dayanılırdı bir dost olmasaydı?

Münzevi için dost her zaman üçüncü kişidir:  üçüncü kişi, iki kişinin konuşmasının derinlerine dalmasını engelleyen mantardır.

Ah, tüm münzeviler için çok fazla derinlik vardır. Bu yüzden özlem duyarlar bir dosta ve onun yüksekliğine.

Başkalarına duyduğumuz inanç kendimizde neye inanmak istediğimizi ele verir. Bir dosta duyduğumuz özlemdir içimizdeki hain.

Ve çoğu zaman sevgiyle sadece hasedin üstünden atlamak isteriz. Çoğu zaman saldırıya geçer ve bir düşman yaratırız kendimize, saldırıya açık olduğumuz gizlemek için.

En azından düşmanım ol!”- böyle konuşur hakiki saygı, dostluk istemeye yeltenmeyen saygı.

İnsan bir dostu olsun istiyorsa onun için savaşmak da istemelidir: ve savaşmak için düşman da olabilmelidir.

İnsan dostunu da düşmanını da onurlandırmalıdır. Onun tarafına geçmeden yaklaşabilir misin dostuna?

Dostu en iyi düşmanı olmalı insanın. Ona karşı çıktığında onun yüreğine en yakın sen olmalısın.

Dostlarının karşısına giyinmeden mi çıkmak istiyorsun? Kendini ona olduğu gibi göstermekle mi onurlandıracaksın dostunu? Ama bu yüzden lanetliyor o seni!

Kendini gizlemeyen, öfkelendirir: bu kadar çok nedeniniz var çıplaklıktan korkmak için! Evet, birer tanrı olsaydınız, utanabilirdiniz giysilerinizden!

Dostun için yeterince süsleyemezsin kendini: çünkü Üstinsana yönelen bir ok bir özlem olmalısın onun için.

Uyurken gördün mü hiç dostunu, -anlayasın diye onun nasıl göründüğünü?  Başka nedir ki dostunun yüzü? Senin kendi yüzündür o, kaba ve kusurlu bir aynada.

Uyurken gördün mü hiç dostunu? Dehşete kapılmadın mı dostunun bu görünümünden? Ey dostum, aşılması gereken bir şeydir insan.

Sezmekte ve susmakta usta olmalı dost: her şeyi görmek istememelisin. Rüyaların bildirmeli sana dostunun uyanıkken neler yaptığını.

Sezmek olsun senin merhametin: merhamet istiyor mu dostun, önce bunu bilesin diye? Belki de ışıltılı gözlerini ve gözlerindeki sonsuzluk bakışını seviyor sende.

Dostuna merhametin sert bir kabuğun altına gizlensin, bir dişini kırmalısın bu kabuk yüzünden. Ancak böyle incelik ve lezzet kazanır o.

Temiz hava ve yalnızlık ve ekmek ve ilaç mısın dostun için? Kimileri çözemez zincirlerini, ama yine de kurtarıcıdır bir dost için.

Bir köle misin? O halde dost olamazsın. Bir tiran mısın? O halde dostların olamaz.

Çok uzun süredir bir köle ve bir tiran gizliydi kadında. Bu yüzden kadın henüz yatkın değildir dostluğa: sadece aşkı bilir o.

Sevmediği her şeye karşı adaletsizlik ve körlük vardır kadının aşkında. Kadının bilinçli aşkında bile hala fırtına ve yıldırım ve gece vardır ışığın yanı başında.

Kadın henüz yatkın değildir dostluğa: kadın halen kedidir, kuştur. Ya da olsa olsa inektir.

Kadın henüz yatkın değildir dostluğa. Ama söyleyin bana siz erkeler hanginiz yatkınsınız ki dostluğa?

Ah erkekler, sizin yoksulluğunuz ve ruhunuzun cimriliği! Sizin dostlarınıza verdiğiniz kadarını ben düşmanıma veririm. Ve yoksul düşmem bu yüzden.

Arkadaşlık;  var dostluk olsun! Böyle buyurdu Zerdüşt    

Freidrich Nietzsche

Denetimli Serbestlik Ormanı

Yolculuk insana çok şey öğretir. Yola çıktığın zaman kenarından akıp giden manzaraya bakmasını bilirsen aklını kurcalayan birçok sorunun yanıtını da bulabilirsin. Tersine gidiyor gibi görünen kentler, kasabalar, köyler aslında sabit ve değişmezdir. Bu sabitlik yanıltıcıdır. Biraz daha dikkatli baktığında bu sabitliğin içinde yaşanılan değişimin ya da değişmeyecek olanın en gerçek biçimi görünür. Kurgusuz, montajsız ve yorumsuz bu manzara insanı acıtabilir.

Yaklaşık 50 yıl önce Oğuz Atay, Günlük adlı kitabında şu soruyu sorar: “Eskiden insanımız ‘kapalı’ olduğu için dünyanın farkında değildi. Bugün bütün dünyanın ‘müktesebat’ının korkunçluğunu artık hissettiği için eskiye dönmek istiyor. Onu ‘Kaybolan Cennet’ gibi görüyor. Bakalım ne yapacak?

Eski sistemin değerlerinden ve üzerimize biçtiği giysiden vazgeçmeyenler yaşanılan değişim karşısında dehşete düştü. Büyük kentlerin nezih semtlerine ve ülkenin batı sahil şeridine sıkışmış bu insanlar, tıpkı eskiden olduğu gibi, meydanlarda, eli her zaman batıyı işaret eden önderin heykeli önünde toplanmaya devam ettiler, ediyorlar. Bu toplu davranışın oldukça rahatlatıcı bir etkisi olduğunu kabul etmek gerekir. Yine de bütüne oranla küçük, ancak kendi içinde bin parçaya ayrılmış bu topluluk; değişimi kabullenemedi. Onlar, bu değişimin halkın yıllarca eğitimsiz bırakılmasından, eski sistemin korkunç yanlışlarından ya da genelin düşük zeka seviyesinden kaynaklandığını tartışa dursun! İçlerinden bazıları, tam tersi bir çıkışla, “Türkiye Rönesansı yaşıyor” diyerek kafaları iyice allak bullak etti.

İşte, yaşandığı öne sürülen Rönesansın geri dönülmez bir zaferle taçlandırıldığı günlerde, halkın neredeyse tamamı dinsel bir tatil dolayısıyla yollara düştü. Yeni sistemin “bu ülkenin has evlatları” dediği ve her anlamda temelini dayandırdığı sonradan varlıklı, sonradan kentlileri köklerine dönüyordu. Tüm ülke kavimler göçüne benzer bir hareket halindeydi. Yolları dolduran has evlatların pahalı, yabancı arabaları yeni giysinin simgesi Osmanlı tuğraları ile süslenerek bizleştirilmişti. “Batının kültürünü değil, teknolojisini alacaksın” mottosunun izindeki bu efendiler, ardı arkası kesilmeyen dev inşaatlar arasında otoyollar boyunca doğuya ilerliyorlardı.

Yolculuk sürerken ülkenin en büyük kentinin sınırları bir yerde bitti. O noktadan itibaren daha önce rastlanmamış bir serbestlik başladı. Zorla belletilen ve gönülsüzce uygulanan tüm kurallar, kentin sınırlarının gerisinde kaldı. Ucsuz bucaksız duble otoyollarda on binler artık içlerinden geldiği gibi hareket ediyor, ilerliyor, duruyor ya da etrafa bir şeyler savuruyordu. Bu serbestlik sonucunda sıklıkla tıkanan trafikte, Tuğralı ve pahalı arabalarının kapısını açarak otoyola ağız dolusu tükürenler bir anda hafızanın sandığından “why high one why” şarkısını çıkarıyordu. O şarkı yazıldıktan çok yıllar sonra bugün yine yerlere şapır şupur balgam atılsa ya da Adidas’la tekkelere gidilse de artık viski günah diye içilmiyor, gazinolar kapatılıyordu. Artık sadece Rock and roll’ a değil; yeni efendilere ters düşen hemen her şey için mapushane yolu da açıktı. Bugünün egemeni olan serbestlikte bu tür kara mizaha yer olmadığı gibi tehlikeliydi de. Manzara karşısında başı öte yana çevirerek fısıldaman en doğrusuydu: “Come on Abdullah go… Bu can sana kurban olsun!

Ülkeyi baştan sona kaplamış duble yolların her iki yanı kilometreler boyunca bitmez tükenmez çöp yığınları ile doluydu. Şehirler, kasabalar geçiliyor ancak yazın canlı yeşilini yersiz bir kar tabakası gibi kaplayan çöp yığınları bitmek tükenmek bilmiyordu. İnsanlar ‘dinlenme tesisi’ adını verdikleri mola yerlerinde her milimetresi aynı tabakayla kaplı zeminlerde oturuyor, uzanıyor, gülüşüp, eğleniyorlardı. Yollar, sanki bir kutlama için aynı anda harekete geçen ve arkalarında izlerini bırakan milyonlarca salyangozu ağırlıyordu. Bu serbestlik alışılmadık ve kafa karıştırıcıydı. Oysa eski sistem bu konuda bizleri eğitmek için 95 yıl boyunca elinden geleni yapmıştı. İlk yıllarında yolların ne tarafından yürünmesi, nasıl davranılması ya da nasıl giyinilmesi gerektiği gibi şeyler kolluk kuvvetlerinin de yardımıyla halka belletilmiş, okullarda yıllarca adabı muaşeret dersleri okutulmuş. Biz de yakın geçmiş olarak “Türkiye’ni temiz tut, yeşili koru. Arş çocuklar ileri, güzele doğru..” sloganları eşliğinde askeri düzende sıkı bir eğitimden geçirilmiştik. Belli ki şu an yaşanan Rönesansın ve hakim olan serbestliğin ilk işi, asla bizleşemeyen bu izleri hafızalardan silmek olmuştu. Yeni giyside bu tür Batı özentisi motiflere yer yoktu. O zaman anlaşıldı ki, neden bu toplu serbestlik hareketi mega kentin sınırlarının bittiği yerde başlıyordu. Çünkü halen eskinin hayaleti geziniyordu ülkenin batısındaki kentlerde. Ve artık bir hükmü olmadığı bilinse de hayaletin kuralları yeni efendileri tedirgin edip bir parça dizginlemeyi sürdürüyordu.

Anadolu’nun içlerine doğru araçlar ve bıraktıkları izler seyrekleştiğinde bu kez yollarda sıra sıra geçilen köyler, kasabalar ve kentler belirginleşti. Hiç değişmeyen ve hiçbir zaman da değişmeyecekmiş gibi görünen bir manzaraydı bu. Bir yıl belki de yüz yıl öncesinin aynı düzeninde yol kenarına sıralanmış okul, cami ve birkaç köhne ev…  Hepsi, içlerinde hiç insan yaşamıyor izlenimi veren bir ıssızlıktaydı. Köylerin hemen dışında bir çeşme. O çeşmeyi çevreleyen kavakların altında günışığının gizleyemediği ve kadın varlığına kapalı küçük gruplar. Her kasabanın girişinde de oranın övüncünü sembolize eden heykeller. İncelikten yoksun bir totemi çağrıştıran bu heykeller, kasabaların girişinde karşılıyordu seni. Onlarca kasaba, onlarca totem: Ceviz, koyun, boğa, pastırma, bazlama, mısıri seramik vazo… İnsan ister istemez düşünüyordu onları görünce; geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan bu yerlerden hiç mi övünülecek biri (bir iki dinsel önemi olan kişiler dışında) çıkmadı? Buraları, Köroğlu’nun ya da Dadaloğlu’nun nefes aldığı topraklar değil mi? Hiç mi gurur duymadı hemşerileri onlarla bazlama ile gururlandıkları kadar? diye.

Yeni yapılan bazlama ve boğa heykelleri dışında hiçbir şey değişmemiş ve değişmeyecek gibi görünse de gerçek öyle miydi? Eski sistem zamanında da yollar boyunca başına ‘kahraman’ ya da ‘şerefli’ eklenmiş kentler ve kasabalarda; üs geçitler, caddeler, okullar ve camilere adını vermiş tarihi isimler tarafından karşılanıyordun. Ancak, bu kez bilinen tarihin ve kahramanların yerinde yenileri vardı. Hiçbiri tanıdık ve hikayeleri bilindik olmayan adlar. Bu yabancısı olunan yeni tarihin içinde yol alırken geçmişten tanıdık tek bir sözcük göze çarpıyordu: Demokrasi. Eskiden alışık olunan üzere bugün de kilometre başı yollar yeni devlet büyüklerinin dev resimleriyle bezeliydi. Bu resimlerin altında ‘demokrasi’ övgüleri ve henüz tam hakim olunamayan yeni tarihin demokrasi zaferleri anlatılıyordu. ‘Demokrasi’ dışında eskiden bilindik diğer tüm kavramlar uçup gitmişti. Özgürlük, eşitlik, uygarlık, çağdaşlık… Artık yoktu yollarda.

Bunlarsız bir demokrasi güzellemesinin içinde yol uzayıp giderken gür ormanlar yerini sarı bozkıra bırakıyordu. Yolun başından bu yana yaşanılan tuhaf serbestliğe karşın havada bir sıkıntı hissediliyordu. Bildiğin ama dile getirmediğin ya da bilinen karşısında yapman gerekeni yapmadığında hissettiğin türden bir sıkıntı. Sadece başını yukarı kaldırdığında sarıya tezat mavi gökte uçan sığırcık sürüsü ve peşindeki kartalı gördüğünde yok olan bir sıkıntı. Gökyüzünü bırakıp yolun kenarından akan manzaraya dönünce bir tabela göze çarptı. Boş ve çorak bozkırın ortasına yeni dikilmiş üç beş fidan için konan bu tabelada ‘Denetimli Serbestlik Ormanı’ yazıyordu. Denetimli serbestlik de nedir?

Bilmediğim bu kavram yeni sistem için oldukça önemliydi ki adına bir orman yeşertiliyordu. Hiçbir şeyin değişmediği ve hiçbir zaman değişmeyeceği kentlerin birinde mola verildiğinde kent sakinleri, yollardaki serbestliğin benzeri bir telaşla etrafta koşturuyor, kurbanlık hayvanlarını arkalarından ittirmek suretiyle mezbahalara sokuyorlardı. Nereden ve nasıl geldikleri belirsiz ve görünüşleri yabancı bu canlıların çoğu bu toprakların aşina olduğu itaati sergilemiyordu. Zaten nereden ve nasıl geldikleri pek de önemli değildi; kanlarının akıtılması yeterliydi. Bu hummalı çalışma sürerken mola verdiğim bir yerde -tesadüf bu ya- ayaküstü sohbet ettiğim biri “denetimli serbest” çıktı! Kent girişindeki tabelanın görüldüğünü ancak anlaşılmadığını anlayarak açıkladı: “Denetimli serbestlik; mahkemece belirtilen koşullar ve süre içinde, denetim ve denetleme planı doğrultusunda şüpheli, sanık veya hükümlünün toplumla bütünleşmesi açısından ihtiyaç duyduğu her türlü hizmet, program ve kaynakların sağlandığı toplum temelli bir uygulama. Denetimli serbestlikle, hükümlülerin ya da şüphelilerin suç işlemesine neden olan davranışlarının düzeltilerek, tekrar suç işlemelerinin önlenmesi, cezaevine girip salıverilen hükümlülerin takip edilmesi ve bu yolla toplumun korunması amaçlanıyor. Ben; şüpheli bir gruba yakın olduğum şüphesiyle iki yıl hapis yattım. Oysa, bu kentte o gruba herkes ne kadar yakınsa ben de o kadar yakındım. Sonra, mahkeme suçlu olduğuma ilişkin yeterli kanıt bulamadı ve denetimli serbest olarak salıverildim. İşimi kaybettim. Eşim de benim yüzümden işini kaybetti. Artık devletin bize izin verdiği kadar seyahat etme ve çalışma hakkım var. İşte, o ormanın adı buradan geliyor. Ağaçları biz diktik.”

Bu kısa ve aydınlatıcı açıklama için minnettar olduğumu söyledim. O ise gülümsedi. mezbahadaki kurban sırası ona geldiği için iyi yolculuklar dileyerek sevinçli bir telaşla uzaklaştı. Denetimli de olsa serbestliğinden memnun bu insanı geride bırakıp yola çıkarken; havadaki sıkıntı daha da arttı. Yol boyunca manzaraya eşlik eden radyonun sesi geride kalan kentle ilgili haberleri iletiyordu;

“…Bu bayram halkımız ete doydu” müjdesini veren bakanımız kentimizde bir günde 4 bin 500 kişinin hastanelere gitmesine neden olan hastalık ile ilgili olarak vatandaşları bilinçli olmaya ve…”

SS

Çöp

Bana bir dayanak noktası ve yeterli uzunlukta bir kaldıraç verin dünyayı yerinden oynatayım.”

Arşimed

Ve bana iki demir çubuğa bağlanmış tekerlekler yeterli büyüklükte bir çuval verin; kenti tüm yükünden kurtarayım!”

Murat

Günün ilk ışıkları… Sessiz hayaletler sokaklarda. Kiminin yükü şimdiden ağır, kimi bir kelebek gibi hafif süzülüyor. Bir sokaktan diğerine. Gecenin en derin karanlığına dek sadece görmek isteyen gözlere görünecekler.

Öğlene doğru sokak kalabalıklaşıyor, ritmi hızlanıyor. Onlar hep aynı döngüde devam ediyorlar. Henüz 20 li yaşlara ulaşmamış iki genç kız. İkisi de incecik ve uzunca. En sevdikleri zaman gün ortası okulun sokağındaki marketin önünde oturdukları an. Demir ve brandadan oluşan ve onları görünmez kılan kabuklarını bir kenara bırakıyorlar. Hava sıcak ise soğuk içecek; değilse ucuz çikolata dişleyen ve aralarında kıkırdaşan herhangi iki genç kıza dönüşüyorlar. Hemen arkasından tek gözünün yokluğunu kır saçlarının gizlediği köpek yoldaşları ile yaşlı adam. Köpeklerden biri irice ve erkek. Diğeri daha ufak tefek ama semiz bir dişi. Her ikisi de adamla aynı ağır yükü çekercesine etrafla ilgisiz, yorgun, görünmez olduklarının bilinciyle dev çuvalı takipteler. Ancak geçen yazdan bu yana köpekler yok. Dişi ölünce, erkek olan izlemeyi bırakmış kederinden. Artık yalnız çekiyor onca yükü yaşlı adam. Ve sonra delikanlılar… Kulaklarında kulaklık. Hızlı, güçlü, atik ve sessizler… Sadece dinliyorlar ve arada birbirleriyle -bizim asla duyamadıklarımızı- konuşuyorlar. Ve topluyorlar: Kağıt, karton, metal kutu, plastik… Kentin tüm yükünü yükleniyorlar omuzlarına. Onlar işlerini bitirdiğinde ise yenileri geliyor. En yeniler, en yabancı olanlar: Kocaman gözlü çocuklar ve adamlar. Kadınları yok onların. Üstlerinde yeni geldikleri kentin onlara sunduğu giysiler eğreti duruyor – tıpkı onların da burada durdukları gibi- Altlarında kopup geldikleri toprakların renginde şalvarlar. Çıplak bileklerini açıkta bırakan sıcak çöllerden gelen bu kumaş sadece onlarla uyumlu. Tezat kuşanmış bu adamların bakışları yaban. Çöpleri karıştırıyor ve yanı başlarından akıp gidenlere bakıyorlar. Gözlerini yakalıyorum anda gülümsüyorum. Ve onu görünür kılıveriyorum. Bakışları bir kara deliğe dönüşüyor; her şeyi yuttu yutacak. Ağzı aralanıyor. Esmer yüzünde bembeyaz bir gülümseme beliriyor anlık. Sonra kayboluyor ve iki demirin ucundan yakalayıp çekmeye başlıyor. İşte bu en yeniler, hayaletler arasında en görünmez olanlar.

Mevsimler, yıllar, darbeler, tatiller, seçimler, depremler, şenlikler, direnişler, salgınlar… Hayat akıyor. Kent ve insanları her gün yeni bir gerçeğe uyanıyor, boğuşuyor ve öfkeleniyor. Sokakta sesler giderek daha yüksek çıkıyor, araba kornaları daha bir uzun ve tiz. Hayaletler ise kimi zaman kalabalık, kimi zaman zorla boşaltılmış ıssız sokaklarda aynı sakin sessizlikte devam ediyor. Onlar; zamanın bizlere getirdiklerinin dışındalar. Sabahın ilk ışıklarıyla… İki genç kız tam öğle vakti kaldırıma oturuyorlar. İki köpekli ve kör yaşlı adam– artık köpekler yok; biri ölünce diğeri takipten vazgeçti- yükü taşıyamayacağı kadar ağırlaştığında yerini yenilere bırakıyor. Delikanlılar ise çöp kutularının yanına çökmüş -bizim asla duyamadıklarımızı- fısıldaşıyor.

Tam o sırada, çöpe ufaklığın eski ayakkabıları bırakan bir anne çocuğuna bir şeyler tekrarlıyor: “Sokakta insanlara “merhaba” demelisin” Bir kabalık yapmış ufaklık. Kaldırımda ilerleyen ve utancın kızgınlığını yaşayan annenin yanından iki demir çubuğa bağlanmış tekerlekler ve çuvalı sürtünerek geçiyor. Çuvalın üstünde yaban gözlü bir çocuk – ayağındakiler az gerideki çöpün ganimeti – ve ganimet eski sahipleri ile yan yana ilerliyor. Ne anne ve ne de çocuk görmüyor, Belli ki hayaletlerin dokundukları da görünmez oluyor.

Oysa, onlar bizi görüyor. Hem de tüm çıplaklığımızla. En mahrem sırlarımızdan, neşemize, kederimize dek biliyorlar. Kendimizden aceleyle uzaklaştırdıklarımız–tıpkı bir parmak izi gibi- ele veriyor bizleri. Yırtılmış bir fotoğraf, bitmiş ya da henüz başlayan bir alışkanlık, kağıt, karton, metal kutu, plastik… Ağzı sıkıca düğümlenmiş, apar topar fırlatılmış bu izlerden okuyorlar her birimizi. Hayaletler her gün tüm kentin sırlarını yüklüyorlar çuvallarına. Çok büyük bir yük bu! Bilmeyi istemeseler de belli ki sessizlik yeminleri bu yüzden. Hayaletlerin her şeyi bildikleri için bizimle konuşmadıklarından emin oluyorum.  

Yıllarca uğraşıyorum, görünür kılıyorum ama sessizlik yeminlerini bozamıyorum. Sırlarını merak ediyorum. Annenin çocuğuna öğrettiği gibi ne bir “merhaba” ne de gülümseme kilit vurulmuş bu ağızları açamıyor. Benedik’tin Tarikati gibi suskunlar. Sadece nazik bakışlarla karşılık veriyor iki genç kız, yaşlı ve tek gözü olmayan adam, delikanlılar ve en son gelen en yabancılar… Gerçi bu sessizlik başlarına çok iş açıyor: “Muhtarın köpeği sabah ölü bulunmuş, başına taşla vurmuşlar. Onlar yapmıştır.”; “ Dün gece karşı apartmanın bisikletleri çalınmış, onlar yapmıştır…” Olanları görüyorlar, söylenenleri duyuyorlar, biliyorlar ama susuyorlar!

Ta ki o güne kadar… Salgını zamanı… Sokağa çıkmak yasak, onlar dışında! Çıkabilmek maskeli! Saatlere ayrılmış günler, kurallara bağlanmış temiz hava ve günışığı. Yaşlılar öğlen, gençler akşam üzeri. Sokaklarda üniformalılar dolaşıyor.  Alışık olduğumuz mavililer, yeni tanıştığımız kahverengililer… Sokaklarda insandan çok üniforma var ve bir de hayaletler. Çünkü onlar, zamanın bizlere getirdiklerinin dışındalar ve görünmüyorlar. İki demir çubuğa bağlanmış tekerlekler yeterli büyüklükte bir çuvallarıyla sessizce kentin yükünü çekiyorlar. Ancak, aniden bir grup kahverengili delikanlılardan birini görünür kılıyor -Belli ki boşluktan ve sessizlikten canları sıkılmış- Delikanlıyı bir çembere alıyor ve sürekli soruyorlar:

Masken nerede?” Sesleri giderek yükseliyor, balkondan olanı biteni izleyen bana kadar ulaşıyor. Delikanlı susuyor- onların sessizlik yemini var- kahverengililer ise vazgeçmiyor. Öfkeleniyorum; hayaletler maske kullanmıyor. Çünkü görünmüyorlar, kimse onlara yaklaşmıyor ve konuşmuyor. Hatta nerede ve nasıl yaşadıkları, ne zaman hastalanıp öldükleri ile de kimse ilgilenmiyor. Ve kentin tüm çöpünün içinde maske hiçbir işe yaramıyor, kirleniyor! Kahverengililer bunu bilmiyor mu? Bilmiyorum. Çok öfkeleniyorum. Sessizce dışarı çıkıyorum- oysa dışarı çıkmam yasak- gruba doğru yaklaşıyorum. Kahverengililer bağırmayı sürdürüyor, delikanlı susuyor. Çemberi yarıyorum, yanına yaklaşıyorum ve uzatıyorum. Hiç konuşmuyorum, hiç konuşmuyor. Kahverengililer şaşkın bakıyor. Bana soru soruyorlar, bir şeyler söylüyorlar, yanıt vermiyorum. Sessizlik yemini ediyorum. Çünkü konuşursam, kentin tüm yükü bir ejderha gibi kusulacak üzerlerine. Şimdi anlıyorum!!  Gürültüye devam ediyorlar, susuyorum. Ve susmaktan hiç korkmuyorum. Delikanlı uzattığım maskeyi sessizce alıyor, takıyor. Dönüp, geri gidiyorum. Ben de görünmez oluyorum.  Sonra o günü unutuyorum, haftalar geçiyor. Sokak kendi ritminde. Yasaklar biraz azaltılmış. Kaldırımda yürürken iki demir çubuğa bağlanmış tekerlekler ve yeterli büyüklükte bir çuval yanıma yaklaşıyor, delikanlıya gülümsüyorum. Delikanlının ilk kez sesini ve yarı aralanmış ağzından dökülen birkaç cümlesini duyuyorum: “Abla, ne zaman bir şeye ihtiyacın olursa söyle…

SS

İsimsiz bir yerlerden…

En ince düğümler nasıl çözülür?

Öğrettiler, bizlere bir bir.

Yol yöntem bilen nice bilge kişiler.

Ama atamadılar tek bir adım şu karanlık geceye.

Anlata, anlata bitirmediler masalı.

Dalıp gittiler deliksiz uykuya.

Ahtapot

ve demek istediğim…”

Ahtapot çok zeki, tehlikeli ve zor bir hayvandır. Bir ahtapotun peşine düşmek ise daha zor. Her balıkçının, amatör dalgıcın “ben yaparım” demesiyle olmaz. İnsanı rezil eder, hatta öldürebilir. Nasıl mı?

Bir ahtapot avlayabilmek için öncelikle ustasıyla birlikte dalman gerekir. Hem de bir kez değil, defalarca… Hiçbir şey yapmadan gözlemlemek, ustanın ahtapotun izini sürmesini ve avlamasını öğrenmek ve en önemlisi ahtapotu tanımak için. Vurgun yemeden ne kadar derine inilir? Ahtapotun çok sevdiği buz gibi sularda ve derinin kuytularında ne kadar beklenilir? Ona sonsuz kumlarda ya da kayalıklar arasında mı rastlayacağınızı ancak ustası bilir. Ve onunla karşılaştığınızda nasıl hareket etmeniz gerektiğini de…Öte türlü iyiden iyiye bilmeden dalınırsa, ahtapotu hiç bulamayabilir ya da bulsanız da derinlerden sağ çıkamayabilirsiniz.

Öncelikle keskin gözler ve mükemmel gözlem yeteneği ister ahtapot avcılığı.  Çünkü ahtapot kumda ise kumun, kayalıkta ise kayanın rengini alır. Taş kesilir, kum kesilir kıpırtısız kalır ta ki bir av ona yaklaşana dek. Henüz sen onun varlığını hissetmeden O, çok uzaklarda olan varlığını hisseder ve beklemeye başlar. Hem avını hem de avcısını bekler. Beklemeye geçen ahtapot saatlerce kıpırtısız kalabilir. Etrafındaki her şeyle ayırt edilmesi imkansız biçimde bütünleşmiş haldedir. Usta bir ahtapot avcısı da bu şekilde onu bekleyen avını sadece önyargısız bir bakışla fark edilebileceğini bilir. Önyargısız olmalıdır çünkü bu sinsi hayvanın çoğunlukla kayalıklarda gizlendiği konuşulur yeryüzünde. Denizin karanlık, kuytu, ulaşılması en zor kısımlarında olduğu söylenir. Oysa, ahtapot bunu bildiğinden çoğunlukla denizin olabilecek en kolay, aydınlık, korunmasız ve sığ kısmında pusuya yatar. Acemi avcı duyup dinledikleri ile kayalıklara ve denizin en derinlerine yönelir. Ancak usta, her defasında önyargısız daldığı denizin her bir köşesine aynı şüphe ile bakar. Sonunda da kumdaki minicik bir izden ya da anlık bir hava kabarcığından bulur ahtapotu. Bulduğunda ise dalgıcın tıpkı onun gibi kıpırtısız bir kayaya ya da kuma dönüşmesi gerekir ta ki ahtapot bir balığa kilitlenerek nefsine yenilip seni unutana hareket edene dek. Bir çeşit sabır ve strateji savaşıdır bu. Eğer avcı acemiyse heyecana kapılıp ahtapottan erken hareket eder ve koskoca deryada zorlukla bulduğu avın izini yitirir. Çünkü bir ahtapot her zaman suda bir avcıdan hızlıdır. Aniden kumların ya da kayalıkların içinde kaybolur. Geç hareket edildiğinde ise ahtapot avını kapar ve yine avcı yetişemeden denizin renklerinde kaybolur. Tek bir şansı vardır avcının: Ahtapotu doğru tanımlamak, tam zamanını beklemek, tıpkı bir ahtapot gibi,  avıyla aynı anda ve hızda hareket etmek…  İşte tüm bu şartlar bir araya geldiğinde ahtapot avına, avcı da ahtapota tek ve öldürücü hamlesini yapar. Ahtapotla avcı arasındaki mesafe de önemlidir. Eğer avcı gereğinden fazla uzaktaysa ona yetişemez. Çünkü O kritik anda, ahtapot sadece avcının çıplak eliyle yakalanabilir ki uzaklık buna engel olur. Parmaklarının arasından kayar, gider. Eğer gereğinden fazla yakınlaşırsa da bu zeki yaratık avcıyı av yapar. O minicik ve zararsız görünen hayvan bir anda avcının en hassas yerine boğazına ya da yüzüne kollarını dolar.ve seni boğar. Usta avcılar ahtapotun kollarına hiç bulaşılmaması, onlardan uzak durulması gerektiğini bilir.  Onun yerine çıplak elleriyle ani bir hamle yaparak ahtapotu gövdesinden yakalar ve hiç vakit kaybetmeden (ahtapotun kolları avcıya ulaşmadan) onu öldürür.

Bir ahtapotun kolları o denli güçlüdür ki şaşırırsın. Kaç genç ve kuvvetli adamın atletik yapısına güvenip ahtapotun peşine düştüğünü; şanslı ise bir zaman sonra da yüzlerinde panik ve incinmiş bir gurur ifadesiyle sudan çıktığına tanık oldum. Bu utanç dolu adamlar yanımıza gelerek nefes nefese kendilerini kumlara bırakıp minicik bir hayvanın kendilerini ölümle burun buruna getirmiş olmasıyla afallamış halde neredeyse ağlamaklı, ahtapotun nasıl boyunlarına ya da yüzlerine dolandığını ve bu güçlü kollardan nasıl uzun süre kurtulamadıklarını anlattılar. Usta avcılar ahtapotla şaka olmayacağını bilir. Ve denizin derinlerinde onu hafife almanın ne büyük aptallık olduğunu da.

Peşine düşen kim bilir kaç kişi suya girip de çıkamadı da hiç duymadık derinlere dalıp da “ahtapot saldırısında öldü” denilen birini. Çünkü sinsi ahtapot kollarını doladığı avına yani avcısına inanılmaz bir güçle yapışır ve sıkar. Onu bu şekilde derinlerde boğduktan sonra da hiç iz bırakmadan ortadan yok olur. Ya “vurgun yedi” denir bu acemi avcılar için ya da başka bir şey… 

Yeryüzündeki ahtapotla aramızda olan biten de tıpkı denizdeki gibidir. İnsanların dünyasında, kollarının orduyu, siyaseti, akademiyi, sanatı, evleri, ilişkileri… kısaca hayatın her alanını sıkıca sardığını bildiğimiz, hissettiğimiz ama kolay göremediğimiz, seçemediğimiz ve “budur” diyemediğimiz ahtapot da denizdeki adaşı gibi davranır. Yüzyılların birikimi olan devlet geleneği, aklı ve sinsiliği ile hareket eder, uzunca bir süre sessiz kıpırtısız da kalabilir. Ahlak ve erdemle ve benzeri kavramlarla hiç işi yoktur ancak kolları bu kavramları ustaca kullanıp kamufle olmayı çok iyi becerir.  Kendi kurallarını kendi koyar ki bu kurallar da ortama göre sürekli şekil değiştirir. Bazen kum olur, bazen kayalık; bazen mağduru oynar, bazen kurtarıcıyı… Bu hileler için ise daima kollarını kullanır. Denizdeki akranının 8 kolu vardır, yeryüzündeki ahtapotun ise sayısız kolu olabilir. Her bir kol birbirinden tamamen görünüşlerle, görüşlerle ve söylemlerle karşımıza çıkar, kimi gövdenin avı gibi konuşur kimi avcısı… Ancak, gerçekte hepsi aynı gövdeye bağlıdır.  Aynı denizdeki akranının kullandığı gibi kullanır kollarını. Bu kollardan biri koparsa eğer hemen yerine yenisi gelir. Üstelik, sürekli kol değiştirir, dün düşmanı olan bugün kollarından biri olabilir ya da tam tersi. Asla dürüst insanların anlayacağı bir dilden konuşmaz, onların bildiği netlikte hareket etmez bu kollar. Asırlardır yerleşik olduğu ortamında hiç değişmeyen kendine özgü taktikler ve hinlikler geliştiren yeryüzü ahtapotunun en sevdiği hile, bir kolu ile diğer kolunu karşı karşıya getirip birine ezen diğerine ezilen rolü vermektir. Ya da sağdaki kola dikkatleri çekip oyalarken avını, asıl sol kolla pusuya yatıp saldırmaktır. Hangi kolun kendisini avladığını çoğu zaman anlayamaz bile zavallı kurbanlar. Ahtapotun kolları kişilerden, gruplardan, siyasi partilerden, gazetecilerden, yazarlardan… kısaca herkesten ve hepimizden meydana gelebilir. Kollar, yüksek sesle dile getirilen ve aslında ahtapotun gövdesinde üretilen siyasetle komplo teorileri ya da kutuplaştırma yöntemleri kitleleri oyalar, taraf yapar ve çoğunlukla birbirine düşürür. Bir bakmışsın ki herkes ahtapotun kollarına çeşitli yerlerinden tutunmuş, birbirine dolanmış kalmış ve sonunda da boğulmuş! Daha fenası da düşmanının gövdesini asla farkına varamamış ve ulaşamamış. Kolların bir görevi de birinin diğerini işaret edip insanları onun  “gövde” olduğuna inandırmaktır çünkü. Bu karmaşa içinde kopan ya da koparılan kollar ahtapotun hiç umrunda olmaz. Oysa, ahtapot tüm gücünü kollardan alır,  kollar olmadan bir gövde tamamen savunmasız, işlevsiz ve işe yaramazdır. Bu yüzden ahtapota vurucu darbeyi indirmek isteyen en hassas yerine yani onun gövdesine ulaşmalıdır ki bu da ancak kolların entrikalarına, komplolarla oyalama yöntemlerine hiç bulaşmadan mümkündür. Çünkü kollar kişiler, gruplar, hizipler vb… Gövde ise tüm bunları üreten mekanizmadır. Sadece ustaca soğukkanlı bir yaklaşımla önyargısız bir gözlem ve bakışla doğru tanımlayabilirsin gövdeyi. Her yere, her şeye her kola hep aynı şüphe ile yaklaşarak bulunabilir ancak gövde.  Onu ararken şüpheyi bir kenara bırakıp herhangi bir kola güven ve inanç geliştirenler ise tamamen ahtapotun sinsi hilelerine yenik düşer, av olur. Ahtapotun yüzlerce kolunun en önemli ve ortak görevlerinden biri budur: Avlarının güvenini ya da sempatisini kazanmak ve onları sürekli çatıştırmak. Olur da tüm bunları aşıp yem olmadan gövdeye ulaşırsan ahtapotu alt edebilmek için yine aynı ustalıkla, doğru zamanda ve çok hızlı hareket etmek gerekir. Zeki, sinsi ve güçlüdür, şakaya, hafife almaya ya da sığ bir bakışla aceleye getirilmeye ya da oyalanmaya gelmez.  Tıpkı denizdeki akranı gibi…   Dedik ya vakit kaybedersen ya da şüpheden vaz geçersen ya da kollarının arasına düşersen bir anda şekil değiştirebilir, karşısındakini yanıltabilir ve sonunda kendisini yok etmeye geleni kimseler fark etmeden ve hiç iz bırakmadan boğabilir.

Bizler hep ahtapotun kollarıyla uğraşıyoruz. Son da kaçınılmaz biçimde derin sularda avlanmak oluyor.

SS

Hakikat Bir Samanın Altında Saklı!

Çocukluğumun puslu ama güçlü anılarıdır Afife büyükannemin anlatıları. O kanepede oturur, ben yanına ilişirdim. Sürekli bir şeylerle uğraşır; kimi zaman pamuk ve tutkaldan çiçekler, kuşlar ya da keçiler yapar; boyar kimi zaman da nakış işlerdi. Ancak her ne yaparsa yapsın, elleri gibi kafasının içindeki düşünceler de hiç durmazdı. Kısık, sakin ama otoriter ses tonuyla hep bir şeyler anlatır; anlattıklarını da adeta yeniden yaşardı. Hiç sıkılmadan saatlerce dinlerdim. Söylediklerini gözümde canlandırmaya çalışır, bir taraftan da oyalanmam için bana verdiği -o an ne yapıyorsa küçük bir benzeri-  ile uğraşırdım. Yıllarca süren bu sahnede sıklıkla tekrarladığı ama niye tekrarladığını hatırlayamadığım bir cümlesi vardı; “yalan; bir saman parçası gibidir; ufacık bir esintide saman uçar gider de hakikat ortaya çıkar.”  Bu cümleyi her duyduğumda zihnimde loş bir yerde ufak bir saman çöpü, kuşun kanat çırpışı gibi belli belirsiz sesle gelen esintiye kapılır; bir anda yükselerek kaybolur; ardında yarı saydam, şekilsiz ama sert bir cismi yani hakikati bırakırdı. Bugün halen ‘yalan ve hakikat’ ile ilgili bir şey duysam bu imge aklıma gelir.  Şimdi düşünüyorum da bana hiç “yalan kötüdür” ya da “yalan söylemek günahtır, yalan söyleyenler kor ateşlerde yanar” gibi cümleler söylemedi. “Asla yalan söylemedim, hiç” de demedi. Çünkü biliyordu ki bu, bir insanın söyleyebileceği en büyük yalandı.

İnsanlığın yalan ve hakikat kavramlarını sorgulaması çok eski tarihlere dayanır. Antik çağlarda bugüne felsefenin etik alanı bireylerin, bir çıkar elde etmek amacıyla olmadığı sürece beyaz yalanlar söylemesinin yanlış olup olmadığını tartışır. Yalana en katı şekilde karşı çıkanlardan biri olan Aziz Augustinus; gençliğinde önüne gelen yalan söylemesiyle tanınır. Bireylerin yalanla olan ilişkisi dışında toplum düzenini sağlamaya, yönetmeye talip olan yapıların, devletin ve siyasetin de yalanla kadim bir bağı vardır. Bireysel olarak yalan söylemeyi genel anlamda reddeden Platon; “ideal devletin bekçilerinin, kitleler yerlerini bilsin ve toplumsal uyumu bozmasınlar diye soylu yalanlar söyleyebilir…” fikri ile devletin yalanla olan bağını daha o zamanlardan ortaya koyar. Hakikati inkar, örtme, gizleme, eğme, bükme ya da yerine yenisini yaratma ( Neo hakikat)… Her ne şekilde olursa olsun, insanoğlu iki ayağının üzerinde dik durmaya başladığından bu yana siyasetin yönetme arzusunun ve bundan doğan devlet kavramının vazgeçilmez aracıdır yalan. Tarihe şöyle bir göz attığımızda devlet yönetme sanatı ile hakikatlerin azılı iki hasım olduğuna ilişkin sayısız örneğe rastlarız. Birinin var olabilmesi için diğeri saklanabilir, inkar edilebilir, zenginleştirilebilir, tamamen yansıtılmayabilir, eğilebilir, bükülebilir, yerine yenisi yaratılabilir… vb. Dinlerde de durum farklı değildir. Kullara “yalan, yasak ve günahtır, cehennem kapılarının anahtarıdır” dense de uygulamada ve söylemlerde yalan reddedilmez. İslam’da Takkiye doktrini bunun en iyi örneğidir: “hayat kurtarmak, yerel huzuru sağlamak ya da yolcuların güvenliğini sağlamak, barışı korumak…” gibi durumlarda yalan söyleme izni verilir. Yahudilik; Hristiyanlık, Budizm ve diğerleri de benzer şekilde yalana esneklik tanır. Ancak bu yazıda üzerinde durmak istediğim asıl mesele; devlet, yalan ve hakikat ilişkisi sonucu bizlere kesilen fatura olacak. Düşüncelerimi aktarırken Ralph Keyes’in Post Truth Era  ( Hakikat Sonrası Çağ ve Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma) adlı kitabını referans aldığımı ve yer yer alıntılar yaptığımı belirtmek isterim.

Saman altından su yürütenler

Saman altından su yürütmek  –yani kendisinin yaptığını belli etmeyerek gizli işler çevirmek ya da ortalığını karıştırmak kısaca dürüst ve açık olmamak– siyasetin ve devlet idare etme sanatının mihenk taşıdır. Yalan da bu sanatı icra etmek için gerekli olan en temel araçtır. Platon’un bile ideal devletten söz ederken bunu gizlemeyerek; açıkça ifade ettiğini vurgulamıştım. Dünyanın her yerinde ve her çağda bu, böyledir. Devlet; hakikat ile anlaşamaz, yalan söyler! Hiçbir yönetim, hakikati olduğu gibi kullanmaz, kullanamaz; işin doğası böyledir ancak oldukça geniş bir spektrumu vardır: Örneğin demokrasiye ve köklü bir hukuk sistemine sahip devletlerin yönetimlerinde yine yalanlar söylenir ama hakikat ile olan ilişki totaliter bir devlette olduğu gibi değildir. Bireylerin ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü hakikatin tamamen yok edilmesine izin vermez, ortaya çıkarır ve gerekirse hükümeti değiştirir. Watergate Skandalı, bana göre bu duruma verilecek en iyi örneklerdendir. Totaliter yönetimde ise yalan bir varoluş biçimidir. Çünkü totaliter rejim, var olabilmek için toplumda yeniden bir benlik yaratmak zorunda olduğundan her alanda hakikati de yeniden üretmek zorundadır (YeniHakikat)Saman altından su yürütmek üzerine kurulmuş bir sistemde saklanan, yasaklanan hakikatin yerine her gün yenilerini üretecek ve bunları halka ‘hakikat’  diye yutturmaya çalışacak adeta bir saat gibi işleyen mekanizmalar kurulmuştur. Komünistlerin tümüyle yalancı periyodik yayın organlarının adının ‘Pravda’ (Hakikat) olması… Rastlantısal değildir. Bireylerin ifade özgürlüğü  ya da özgür bir basın zaten totaliter bir rejimin ilk yok ettikleri arasındadır. Özetle, demokratik bir rejimde toplumun devletin söylediği yalanlar sorgulama, hakikate ulaşabilme ve hesap sorabilme şansı varken; totaliter rejimlerde bırakın gerçeğe ulaşmayı yerine yaratılan YeniHakikat ten şüphe edildiğinde bile devlet bu kez sopa yöntemini dener.

Dezenformasyon ve yalan haberle  mücadele!

Bugün bizim devlet, yalan ve hakikat ilişkisinde spektrumun neresinde yer aldığımız sorulursa Meclis e bugünlerde sunulan yeni bir tasarıya göz atmamız yeterli olur: İktidar partisi, özellikle sosyal medyada kontrolü dışında yayılan haber formatındaki hakikatlerin önüne geçebilmek için Meclis’ e ortağı ile birlikte bir yasa tasarısı sundu. Bu yasa tasarısı oldukça ilginç maddelere ve eklentilere sahip;Hükümete bağlı yetkililer; dezenformasyon yasasıyla siyasi liderlerin “hukukunu koruyacak, toplumsal lince, siyasal lince maruz bırakılmalarının önüne geçecek bir düzenlemeyi yapmak istediklerini” ve bu yasaya tüm siyasi liderlerin ihtiyacı olduğunu savundu. Siyasi liderler hakikatten neden çekinsinler ki? Hükümet ortağı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise yasa teklifinin amacını  “Elon Musk’lar Türkiye’de türemesin” diye açıkladı. Elon Musk neyi ifade ediyor? Twitter ı, bilgiyi yayma ve paylaşma özgür alanını, ifade özgürlüğünü…?  Basın özgürlüğüne bugüne dek görülmüş en büyük ve geniş çaplı sansürü getiren bu yasa tasarısı “ Hakikat” olmadığına karar verilen bir bilgiyi paylaşan, yayınlayan ya da üzerinde yorum yapan kişileri hapse atabilecek. Peki, bir bilginin “Hakikat” olup olmadığını kim belirleyecek? Devlet! Ne için? Siyasi liderlerin hukukunu koruyabilmek için. Hangi hukukunu? Saman altından su değil artık sel yürütmüş olan bir yönetimin yalankolik tarzını sürdürme ve incilerinin ortaya saçılmasını engelleme hukuku değildir, umarım! Bizde olmaz! Bu yasa tasarısı kanunlaştığında, haber alma, haber verme hakkı ve özellikle ifade özgürlüğü sistematik bir şekilde ihlal edilecek. En önemlisi de “Dezenformasyon”  tanımı bilimsel temellerle değil, yöneten tarafından isteğe bağlı tanımlanacağından hakikat yerine YENİHAKİKAT yaratma yetkisi devlete resmi olarak verilecek. Hükümetin hakikatle ilgili gri, belirsiz alanlara ihtiyacı var ki bu yasa tasarısı da bu ihtiyacı fazlasıyla karşılayacak gibi görünüyor. Sonuç olarak, geline noktada sizce spektrumun neresinde yer alıyoruz? Yeni yasa tasarısının adına geçmişe ithafen Pravda ( Hakikat) Yasası  dense yanlış olur mu? Bence olmaz.

Hannah Arendt der ki; “… Totaliter rejimler, yalanlara inandırmak için halkın beynini yıkamaya çalıştıklarında, bu yalanların muhatapları söylenen her şeyi sorgulamaya başlar. Zamanla, hükümetlerinin kendilerine söyledikleri hiçbir şeye inanmamaya başlarlar hatta kanıtlanabilenlere bile…Yalanın ters etki yapacağı bir nokta mutlaka gelir…” Ve istedikleri kadar yasalarla, korkutma, cebir ve şiddetle  hakikati toplumdan saklamaya çalışsınlar, Afife büyükannem de der ki “yalan; bir saman parçası gibidir; ufacık bir esintide saman uçar gider de hakikat ortaya çıkar”  Gerçekten de hakikatlerin er geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır ve tarihte tersi henüz yaşanmamıştır. Açık bir pencereden içeri dolan hafif bir rüzgara bakar.

SS

Hüsamettin Bir Paket Çay Fırlat

 “İnsan, akıllı ve inanan bir varlıktır. Aklı olmayanın dini de olmaz… İnsan;  eşref-i mahlukat, yani yaratılmışların içinde en şerefli olanıdır…” Tut dilini kadın tut! Aklına gelene göre sen akılsızın önde gidenisin…

Bir insana, eşref-i mahlukat olduğu için dünyaya gözünü açtığı anda hazır paket doğum hediyesi midir akıl? Bence yok öyle bir şey. Sıklıkla karıştırıldığı üzere kişiden kişiye; türden türe değişen varlığın öğrenme kapasitesi ya da hızı da değildir. Aklın ne olduğu antik dönemden bu yana tartışıladursun biz; İoanna Kuçuradi’nin tek cümlelik tanımı ile yetinelim: “Akıl, bağlantı kurabilmektir.” Evet! Varlığın; varoluşu, hisleri, eylemleri ve etrafını çevreleyen tüm evren ile bağlantı kurabilmesi; bu bağlantıları sorgulayarak değerlendirebilmesidir akıl. Buna da her eylemi öz irade ile düşünerek gerçekleştirme yetisi dersek yanlış olmaz. Bu yeti de bilgi ile sonradan öğrenilebilir ve geliştirebilir özelliktedir.

Şimdi; akıl kavramıyla yaptığım tangonun temposunu biraz hızlandıralım. Gerçi bu durumu, aklın beni dansa kaldırması diye tanımlamak daha doğru olur. Çünkü, temponun hızlanıp hızlanmayacağına ya da dansın ne zaman sonlanacağına karar verecek olan odur. Değil mi ki içimize işleyen temel yanılgılardan biri tam da budur: Eşref- i mahlukat olarak aklın tepeden inme sahibi ve hakimi olduğumuz inancı… Bu yanılgıyla ortalarda gezineduralım; geri kalan tüm canlıları da o ‘akıldan’ yoksun kabul etmek gibi bir yanılgıya daha düşeriz. Neden mi? Çünkü, en başta kutsal kitaplarda böyle yazar. Yanılgının kaynağı tam da bu vurgudur. Sayesinde, akıl konusunda gereğinden fazla küstahlaşmış bir tür olarak dönenir dururuz çağlardır. Bizi bu denli havaya sokan da diğer türlerden farklı olarak sembolik düşünebilme kapasitesimiz ve  dili kullanabilme yeteneğimizdir. Evet, düşünüldüğünde tepeden inme hazır paket bahşedilmiş yegane üstünlüğümüzün bu olması mümkün. Ancak bu üstünlük tek başına “akıl” demek değildir. Bu özellik; yalnızca düşüncelerimizi dış dünyaya yansıtma yöntemi ve onların dışa aktarımının en temel yardımcısıdır. Ancak, asla tek başına aklın göstergesi değildir. Oysa eşrefi mahlukatların çoğu konuşabilmenin, bir dili kullanabilmenin ya da sembolik aktarabilmenin “akıllı” kabul edilmek için yeterli olduğuna inanır. Bu bakış açısıyla da diğer türleri aşağılar; kuşlara dudak bükerek “kuş beyinli” demesi gibi… Oysa, bir karga “kuş beyni” ile kendisi ve dış dünya arasında bağlantılar kurabilir. Gözlemler, analiz eder. Çoğu zaman da bir eylemin neden sonuç ilişkisini birçok türdeşimizden daha mükemmel kavrar yani düşünebilir. Yiyeceği cevizi yüksekten attığında kırılacağını bilen bir karga, yola düşürdüğü cevizin üzerinden insanların kullandığı metaller geçtiğinde işinin kolaylaştığını  deneyimler; bağlantı kurar. Ve tekrar ceviz kırmak istediğinde bu kez onu düşünerek yola atar. Saksağan gibi bazı türleri aynada kendini tanır. Varlığı ve evren arasında bağlantı kurar ki en zorudur. Birçoğumuz yaşam boyu beceremez bunu. Yine de kendilerini dil yoksunu kargalardan ve diğer tüm canlılardan daha akıllı görürler.

“Kuş beyinli” demişken çoğunluk eşref-i mahlukat, papağanları türdeşleri arasında daha akıllı bulur. Nedeni de papağanın içgüdüsel taklit yeteneği sayesinde, dili kullanıyor olmasıdır. Papağanın ezbere dayalı sıraladığı bize tanıdık kelimelerin hatta cümlelerin anlamsız, bağlantısız, düşünceden yoksun olmasının pek önemi yoktur: “Şakir, ağzına sıçarım, fıstık, günaydın, zırrttt…” Gördüğüm tüm papağanlar, tam da bu anlamsızlıkla -ama neredeyse inançla- kafasını ileri geri hareket ettirerek; bazen tepe taklak dönerek duyduğu tüm sesleri taklit eder. Kafesinde hiç durmaksızın kelimeleri, sesleri sıralar ve tekrarlar. Her gagası açıldığında da alkış alır: “Vaaay, ne akıllı kuş!”

Oysa, papağanın konuşmasında; aklın zerre izi yoktur. Ancak dili akıldan önde tutan; hatta onu akılla karıştıran eşref-i mahlukat için bu önemsizdir. Hoş, o da papağanından pek farklı değildir ya!  Konuşabiliyorsa, üstüne sorgusuz sualsiz de olsa bir şeylere inanıyorsa “akıllısın” denmiştir ona da. Ne de olsa akıl denilen şey; konuşmaktan, belki anlamsız ama inançlı alkış tutmaktan ve ezberden ibarettir onun için.

Aramızdaki kurnazlar da papağan aklını pek severler. Etraflarında hep böylesi olsun isterler. Kendileri de istedikleri hedefe varana dek aynı papağan gibi hiç durmadan bir şeyleri tekrarlayıp dururlar. Zaten başka da bildikleri var mıdır bilinmez! Aynı sözleri, cümleleri art arta durmaksızın sıralarlar. Çoğunluk bol inanç soslu nakaratlardır bunlar: “Durmak yok, yola çıkan… Hangi yol? Yolum, yolundur yolu… Arş bir ileri, iki geri…” Böyle surer gider ta ki istediğini elde edene dek. Güce ulaştıklarında ise etrafta başka tür bir aklı istemezler. Eylemlerinin ve sözlerinin -bir karga kadar bile- sorgulanıp değerlendirilmesine tahammülleri yoktur. Durum bu olunca ilk icraatları da varolan sistemi papağan aklının tuhaf örgüsüne uygun düzenlemek olur. Ve çok iyi bilirler ki muktedirliğin; kalabalıkları görünmez kafeslere kilitlemenin yolu ancak dili aklın önüne geçirmekten geçer. Muktedirlerin söz dizgeleri pek anlamlı olmaz, önemli de değildir. Arada kafeslediği papağanlara fıstık atması ve sürekli onlardan istediklerini tekrarlaması yeter de artar. Ve bu yüzden, sürekli yüksek perde konuşur ve tekrarlar. Artık her yerde onların gürlemesini duyabilirsiniz: “Uzayda bayrak dalgalanacak, dünya bizi kıskanacak, vatan, bayrak, din, şehit, şeref, inanç… Aç? Hüsamettin bir paket çay fırlat…”

Kafeslenmiş yığınlar da karşılık verir: “Öl de ölelim, arada portakal keselim, kefeni cepli, Şakir, dünya lideri…”

SS

1 2 3