“Ama- bilemediğindir, o yerler, o noktalar dokunamadıklarımız-
Dokunamadığımız noktalardan gelir yaşamımızın anlamı”
Oruç Aruoba
Ve en dokunamadığıdır insanın kendi aklı. Her gün yeni bir oyun oynar da senden içre ne çıkabilirsin içinden ne de ulaşabilirsin bir yere. Kedinin fareyle oynadığı gibi oynar da “delirmek” denilene yeter işte! Hatta belki de tek nedeni delirmenin; aklının yetmesi kendi kendine. Seninle hiç konuşmuş muyduk bunu? Hatırlamıyorum. O kadar çok şey konuşuldu ki yıllarca – kendi aklının insana oynadığı oyunlar dışında- konuşulsaydı hatırlardım. Oyunun ilk kuralı söze dökmemekti, o yüzden o sularda hiç yüzülmedi. Ama hatırladığım hemfikirdik akla hükmedilemeyeceğinde…
Bir sabah uyandığımda kendimi bu oyunun içinde bulduğumu da bilmiyorsun tabii. Bir anda… Niye sen? Niye şimdi? Bir gün öncesiyle değişen neydi? Hangi söz, hangi bakış ya da hangi zayıflık tetikledi? Bilinmez… Aklın oyunlarına akıl sır ermez. Bildiğim, saçma ve hayal olamayacak kadar gerçekti. En azından hissettirdikleri…. Düşündükçe güldüm, elimden başka bir şey gelmedi başlarda. Sakın bozulma, güldüğüm sen değildin. Sen sadece aklımın seçtiği bir imgeydin, yoksa değil miydin? Bilmiyorum.
Oyunu fark ettiğim andaki dehşetin geçmesini bekledim bir süre. Gerçekliğin sıradan bilinirliğine o kadar alışığız ki; “Gelip geçici bir akıl tutulması, belki zayıf bir an…” dedim kendime. Sonra da “Oynamayacağım, yokum ben bu oyunun içinde…” Geldiği gibi bitecekti bir anda. Sustum da bekledim o anı sabırla. Bana, neden senle eskisi gibi konuşmadığımı sorduğunda yanıt vermedim. Söze dökülemeyeceğini söylemiştim! Ama, bitmedi. İşte tam da böyle, beklemede, ipler onun elinde oynayıp durdu bir kukladan ibaret hem benle hem senin imgenle. Yıllar geçti de mıh gibi saplanmış bu oyunu kambur gibi taşıdım zihnimin derinliklerinde. Kambur, bitmeyen azaba dönüştüğünde -Sünbülzade Vehbi gibi “Ayine içre görmez misin hiç sen seni..” diye diye – Çok yoruldum direnmekten, kabullendim ve girdim oyunun içine ben de. İlk kez ve kendi isteğimle…
Bilinir kılarsam, gerçeklersem olanı biter elbet dedim. Ne kadar dayanabilir ki insan aklının yarattığı bir oyunun içinde? Tan kızıllığında kuyruğunu açan bir tavus gibi göz kamaştırıcı ve kusursuzdu aklımdaki. Öğle güneşi altında göze batan ayakları ve tiz sesi gibiydi gerçekliği. Kusurlu ve çirkin…. Bu, beni öfkelendirdi. Neden bu kadar öfkelisin diye sormuştun ya bana… İşte bu çıplak çirkinlik hoşuma gitmedi. Ama devam ettim, aklımdaki seni ve beni gerçekle öldürecektim Çünkü tek çıkış yolu buydu labirentin. Çıkabildim mi? Bilmiyorum.
Akıl dediğimizin de zayıf bir noktası buymuş meğer.. Bilinmezlikten beslenir demiştim ya, aynı anda her şeyi de tanımlamak istermiş. Büyük dev bir gibi kütüphane gibi düşün onu. Göz göz çekmeceleri olan. Ortada kalmış hiçbir şeye tahammülü yok aklın. Azap verir yoksa. Her yaşantıya bir isim verilip uygun rafa kaldırılması gerekir, huzura erebilmesi için. Yoksa hiçbir oyunu bitmezmiş! İnsan denilenin yüzlerce farklı dilde milyar kavram türetmesinin nedeni de bu demek ki. Aklın yarattığı kamburlardan kurtulabilmek için. Peki ben doğru isim bulabildim mi bu oyuna? Bilmiyorum!

Bunu senle konuşmayı ne kadar çok isterdim. Ama sen de susmayı seçtin tam o sıralar… Çok öfkeliydin. Her şeye öfkeliydin. Ne kadar da tanıdıktı! Bu kez ben sorduğumda kendinden nefret ettiğini söyledin. Benzer bir hayalin pençesinde miydin? Farklı iki akıl birbirinden bağımsız aynı oyunu oynayabilir mi? Olabilir miydi? Bilmiyorum.
“Nasıl?- Bilmeyeceksin; ama eminsin bundan.
Bilmiyorsun, ama bu, kesin.
İşte, o. “ O.A
SS