Mutfak ve onunla ilgili olan her şey biraz dikkat edildiğinde müthiş bir bilgeliğe sahip. İnsanla ve yaşamıyla bağlantısız, önemsiz gibi görünen buradaki işleyiş, en karmaşık soruların da yanıtı olabiliyor. Çünkü mutfak; filmlerde bize sunulduğu gibi sadece mutluluk ve keyif üreten pembe! bir yer değil. Yaşamın ta kendisi gibi hiç hoş olmayan sorunların, tıkanıkların kronikleşmiş hataların, göz ardı edilenlerin kısaca yaşamda her gün yinelenen kronikleşen hataların hemen hemen aynısının sahnelendiği bir karmaşık bir alan. Nasıl mı? Mutfakların vazgeçilmezi soğanın patates ya da patatesin soğanla ilişkisi gibi örneğin!
Mutfakla haşır neşir olan herkes dışarıda patateslerle soğanların bir arada olduğunu, hep yan yana tezgahlarda satıldığını bilir. Birbirinden yapısal olarak tamamen farklı olan bu iki kök bitki ayrılmaz ikilidir. Dünyanın herhangi bir yerinde pazara ya da markete gittiğinde patatesin olduğu yerde soğanın, soğanın olduğu yerde de patatesin olacağını bilirsin Bu birliktelik, tezgahlarda göz alıcı bir kusursuzluktadır. Taaa ki onları alıp eve gelene kadar… Mutfağa girdiklerinde ise -tıpkı dışarıda sergilendikleri gibi bu ikiliyi ayırmadan- onlar için oluşturulmuş bir yere koyarsın. Bir zaman sonra ihtiyaç gereği bu özel alanın kapağını açtığında kötü bir manzara seni bekler. Ortalığa yayılan kesif bir çürüme kokusuyla birlikte bu kusursuz çift son derece kusurlu bir şekle bürünmüştür. Satın aldığın andaki halleriyle en ufak bir ilgisi olmayan yumrular hem patatesler hem de soğanlar için geçerlidir. Ertesi hafta onları satın aldığın tezgaha gidip şikayetlendiğinde sana söylenen genellikle şu olur: “Bizde bir kandırmaca yok, zamanla da ilgili değil. Doğru korumamışsınız; gün ışığı görmeyen, nemsiz gözlerden ırak bir yerde saklayın onları.” Sonra; yeni bir kusursuz ikili ile mutfağına döndüğünde söylenen kurallara uyarak yeni alanlarına yine bir arada yerleştirirsin… Birkaç zaman sonra kapağı açtığında yine aynı koku ve manzara seni karşılar! Mutfağın bu küçük ama yıkıcı ‘düğümü’ seni yıllarca uğraştırabilir. Satıcılara lanetler okuyup defalarca tezgah değiştirmek de bir işe yaramaz. En sonunda bir satıcı, seni bu çürümüşlük döngüsünden kurtaracak olan cümleyi fısıldar: “Sorun zaman ve mekanda değil, bir arada duran soğanlar ve patatesler birbirlerini çürütür.”
Evet; olan aynen budur! Dışarıda tezgahlarda birlikte gördüğün soğan ve patatesler aslında bir yanılsamadır. Aralarındaki neredeyse görünmez olan mesafelerle gerçekte birbirlerine hiç temas etmeden dururlar. Oysa, onları alıp mutfağına alıp geldiğinde bu ayrıntıyı fark edemediğinden; ikili için ayırdığın yere onları sınırları olmadan koyarsın. İşte o andan itibaren ortamın nemli mi nemsiz mi aydınlık mı karanlık mı olduğu ya da orada ne kadar süre durduklarından bağımsız ayrı bir savaş başlar. Soğan ve patatesler sınırları olmadan temas etmeye başladıkları andan itibaren birbirlerini “dönüştürme” çabasına girişirler. Soğan patatesi ya da patates soğanı fark etmez. Doğalarına aykırı olanı hızla “kendine benzetme” çabasının kazananı da yoktur. Dönüştürme çabası , eşit derecede bu iki farklı yapıyı deforme eder. Her ikisinin de yaşam kanıtları olan ve içlerinde sakladıkları filizlerin dışarı fışkırması, bu fışkırma anında dokularının çürümesi ile gerçekten de zamanla “bir” olurlar. Çürük kokulu, şekilsiz, kararmış ne olduğu belirsiz bir aynılık şeklinde.
Mutfağın bilgeliği demez mi bize; “patatesle soğanın yaptığının aynısını yapıyorsunuz birbirinize?” diye… Bir insan, bir diğerini yaşamına dahil etmeye karar verdiğinde ilk refleksi “dönüştürmek” olmuyor mu? Etrafımızdaki birçok ilişki çeşidinin hepsinde bunu gözlemledim. En korktuğum da bu oldu. Çünkü; aynı patates ve soğanlarda olduğu gibi kişiler aralarındaki görünmez ve özel sınırları yok sayıp birbirini dönüştürme çabasına giriştiklerinde bu savaşın kazananını hiç görmedim. Söz konusu çaba iki dost, anne ile çocuk ya da diğer tüm ilişkilerde söz konusu. Ancak en sık yaşandığı alan “çift” olmaya karar verilen “aşk” alanı. Birine aşık olup bir de patates ve soğanlar gibi çifte özel “evlilik” adı verilen alana kapanmaya karar verildiğinde ilk iş bu oluyor. Bunun nedeni, “bir “ olma isteğinin yanlış anlaşılması ve yorumlanması olmalı. “Bir “ olmak “aynı” olmakla karıştırılır. Birlikte bir yaşam kurma” kararı genellikle her iki kişinin de “aynı” olması gerekliliği yanlış inancı ile. “Aynı yastığa baş koymak” aynı kafalara sahip olmak anlamına gelmeye başlar.. Her bir kişi, bir diğerini kafasındaki ideal “aynılık” a uydurmak için farkında olmadan ya da bilinçli bir şekilde “dönüştürme” çabasına girişir. O kadar ki biir süre sonra dışarıda tek başına adım atamaz hale gelirler. Yolda yürüyen yaşlı çiftlere dikkat edin. Mutlaka elele tutuşurlar ya da biri diğerinin kolundadır. Adımları ise neredeyse aynıdır. İşte benim en çok korktuğum! Diğerlerinden farklı bulduğun için aşık olduğun birini aynılaştırmaya çalıştırmanın somut sonuçlarından biri. Her şeyin “bir” olması ya da “bir” olabilmek için olanı kafandaki ideale benzetme çabası niye? İşte bu noktaya gelindiğinde patates ve soğanlara olan “biz” dediğimize de olur. Tek kişilik ya da karşılıklı dönüştürme çabası aradaki sınırları yani diğerini farklı kılan tüm çizgileri yok sayar.. Oysa, birinin diğerine yönelik ya da karşılıklı girişilen bu çabanın asla bir kazananı olmadığımı gözlemledim hep. Karşılıklı çürüme ise kaçınılmaz sondu. İster dayanamayıp ilişki sona erdirilsin ister bir taraf pes edip yıllarca belki bir ömür köşesine çekilsin karşılıklı çürüme kaçınılmaz. “Bir arada uzun yıllar yaşayan çiftler fiziksel olarak birbirine benzer” görüşü de var. Doğru. sadece yüzler, adımlar, konuşmalara benzemez koku bile benzer. Bu benzerlik, övünülecek bir “biz” olmanın değil, çürümenin kanıtıdır. Aynı patates ve soğanların bir süre sonra birbirini dönüştürerek şekilsiz ne olduğu belirsiz yumrular haline gelmesi gibi. Bu insanları ziyaret ettiğinde her defasında evin kendine özgü kesif hiç değişmeyen kokusunu fark edersin. Çürümenin kokusudur bu ve beni hep tedirgin etmiştir. Sonra sohbet ettiğinde ise artık tamamen aynı gülen ya da bakan garip bir ikize dönüşmüş ikili arasında yıllar boyu süren gelen dönüştürme çabasının itiraflarına rastlarsın: “Dans etmeyi çok severdim ama o hiç sevemedi, beceremedi. Ne kadar istedim dansı sevmesini, birlikte dans edebilmeyi. Bir kez olsun benimle dans etmedi. Evlendiğimizden bu yana o dans etmeyince ben de etmedim. Uzun yıllar oldu hiç dans etmedim…”
SS