Babil’in Laneti

Babil Kulesi efsanesi, yeryüzünde gelmiş geçmiş tüm insanların birbirlerini neden bir türlü anlayamadıklarının en eski hikayesidir. Efsaneye göre insanlar, Tanrıya ulaşmak için, uyum içerisinde ve büyük bir istekle göğe yükselen bir kule inşa etmeye girişirler. Denilene göre o sıralar herkes birbirini anlar ve anlaşılır.  Kule, çok geçmeden yükselmeye başlar ve bunu gören Tanrı çok kızar. Gazabı korkunç olur. Kule inşa eden ama aslında kendine öykünen her insana ayrı bir dil verir. Yetmez, bir de onları dünyanın dört bir yanına savurur. İnsanlar birbirlerini anlayamadıkları ve anlaşılamadıkları için kulenin yapımı da durur. Ve dünya çok sayıda ulus ve bu uluslara ait binlerce dil hatta aynı dili konuşsa bile biri diğerini asla anlamayan ve hiçbir zaman anlamayacak olan insan yığınları ile dolar. Bu nedenle,  Babel  olan Babil, Eski Ahit’te ‘kargaşa, anarşi’ anlamına gelir. İşte tam da budur insanlık tarihinden bugüne var olan durumumuz.

Geçmişte olduğu gibi bugün de “ötekini anlayamama” ya da “ öteki tarafından anlaşılamama” nın nedeni kullandığımız dil midir? Peki, aynı dili konuştuğumuz insanları gerçekten anlayabiliyor muyuz? Ya da dilini öğrendiğimizi? Efsane anlatılandan farklı gelişmiş olabilir mi? Kendine öykünülmesine çok kızan Tanrı, ya kaosun başlangıcını farklı şekillendirdiyse?

Efsanenin bir de şöyle olduğunu var sayalım; insanlar, Tanrıya ulaşmak için, uyum içerisinde ve büyük bir istekle göğe yükselen bir kule inşa etmeye girişirler. Neden Tanrıya ulaşmayı kafayı takarlar? Çünkü, “ötekini anlamanın” ve “öteki tarafından anlaşılmanın ” sırrını keşfederler.  Geriye bilinecek ve anlaşılacak bir Tanrı kalır. Eğer, ona ulaşır, bilir ve anlarlarsa her birinin birer Tanrı olmasının önünde ne engel kalır ki?  Kendi aralarında- bizim bugün asla anlayamayacağımız- bir uyum ve istek içerisinde bir kule inşa etmeye girişirler. Kule, çok geçmeden yükselmeye başlar ve bunu gören Tanrı kızar. Kule inşa eden ve kendine öykünen her insana ayrı bir dil verir ve her birini dünyanın çeşitli yerlerine savurur. Ancak bununla yetinmez, öfkesi çok büyüktür. Aynen kulenin her bir tuğlası gibi, ötekinden her duyulan söz de her kafaya ayrı bir tuğla gibi eklenecektir artık. Bu tuğlalar her insanın kendine özgü duvarını oluşturacak ve biri diğerini bir daha asla anlayamaz, biri de diğerince asla anlaşılamaz olacaktır. Dilin ayrılığı, her bir insanda ayrı şekillenen bu korkunç duvarları gizleyen bir görüntüdür sadece. Birinin gerçeği, bir diğerinin duvarına çarptığında “anlamak” ya da  “anlaşılmak” bir daha hiç mümkün olmaz.  Babil’in asıl laneti, nesilden nesile aktarılan kaosun asıl başlangıcıdır bu duvarlar.

Ancak, atalarının bir zamanlar deneyimlediği “anlamanın”  ve “anlaşılmanın” mümkünlüğünün ve tanrısal hazzının izi kalmıştır insan denen varlıkta. Her yeni doğan, bu laneti üzerinde taşıdığı halde, hiç yokmuş gibi, bu hazzın peşinden koşmaya programlıdır. “Ötekini anlamanın” ve “bilmenin” ötesinde “anlaşılabilmenin” yakıcı arzusuyla saldırır etrafına. Oysa kaosu oluşturan duvarlar, her bir insanın kendine özgü duvarı, insanın olduğu her yerdedir. Doğumla birlikte örülmeye başlanan bu duvarlar, insan denenin iliklerine işlemiştir.  Ancak,  bu duvarların gerçeğini yadsımaya güdülüdür her insan. Oysa, hepimizin atalarımızdan kalma tek ortak ve diğerince “anlaşılır” kırıntısı bu gerçektir belki de. Bu laneti hiç kabullenemeyen ve halen Tanrıyla sidik yarıştırma derdinde olan insan ise bu duvarları yok sayarak sürekli bir arada bulunup iletişime yönelik sistemler geliştirmek için debelenir. Eski mutlu günlerdeki gibi bir arada yaşamanın erdemini yücelten sistemlerdir bunlar. Kullandığı dilde de ortak kavramlar geliştirme gayretindedir. Halen “ötekini anlamıyor” ve “ötekince anlaşılamıyor” ise dili yetersizlikle suçlar. Aile, ulus, ahlak, özgürlük, mutluluk gibi kavramlar üretir, her nesil bunlara farklı anlamlar yükler kaosu biraz olsun örtbas etmeye çalışır. Bu ortak kavramlara sımsıkı sarılınırsa eğer  “ötekini anlamama” ya da “ötekince anlaşılmama” nın lanetinden kurtulacaklarını umarlar.  İnsanlar bu sisteme ya gönüllü olarak dahil olur ya da zorla dahil edilirler. Eğer ret ederse sistem onu dışarı atmakla yani yalnızlaştırmakla tehdit eder. İşte o zaman hiç anlaşılamaz! Eğer, bunu göze alan çıkarsa da bu kez yok eder. Çünkü bu ısrar, o an var olan sisteme karşısındaki hiç “anlayamadığı” gerçeğini hatırlatır, oysa sistemin var oluş nedeni hep yok sayılan bu lanet değil midir?  Her bir insan gizlediği bu lanetiyle artık bir arada uyum içinde Tanrıya ulaşan bir kule değil de, kaosu yatıştıracak irili ufaklı kulelerle inşa etmekle cebelleşmekle mükelleftir.  Bu amaçla, birinin özgürlük tanımı, diğerinin esareti olsa da “özgürlük” adına yan yana durabilirler.  Ya da birinin mutluluk tanımı, diğerinin duvarında her defasında paramparça da olsa bir arada kalmayı tercih ederler. Yine de dostlar birbirini dinler, anlamaya çalışır. Sonuçta aynı dili konuşuyorlardır. Oysa içten içe bilirler, tek anlaşılan dinleyenin duvarına çarpan ve ona göre şekillenen sadece dinleyenin gerçekliğidir ötekinin değil.  Bilirler ama bilmezmiş gibi yaparlar. Yoksa, “ ötekini anlamamak” ya da “ötekince anlaşılamamakla” yaşayamazlar. Yetmez, ideolojiler geliştirir, siyasal partiler kurar birbirini “anladıklarını” sananlar, en anlaşılamayan olduğu düşünülenin şerrinden korunmak için herkesi anladıklarını öne sürerek, yönetmeye aday olurlar. En büyük komedi de budur! Ana, çocuğunu; dost, dostunu, sevgili, sevdiceğini bile anlayamazken onlar geliştirdikleri ortak kavramlarla herkesi anladıklarını cümle aleme haykırırlar. Atalarının sırf bu yüzden bir zamanlar kızdırdığı ve lanetiyle cezalandırdığı Tanrıya öykünerek.  İnsanlar da inanır ya da inanmış gibi yaparlar başka seçenek yoktur çünkü. Nicelik önemlidir bu aşamada. Birbirini anladığını iddia edenlerin sayısı ne kadar fazla ise doğru o kadar doğru oluverir. Herkesi temsil edebilsin diye çokluğun doğruluğu için gerektiğinde canlarını bile verebilirler. Anlaşıldıkları ve anladıkları düşüncesinin hazzıyla yaparlar bunu tıpkı lanetten önceki gibi. Oysa, her birinin anladığı diğerinden bir farklıdır. Hayal kırıklığı kaçınılmazdır. Özgürlüğün seni en iyi anladığını düşündüğünce esaretine dönüştürüldüğünde bunu görmezden gelmek dışında seçeneğin kalmaz. En fazla öfkelenir, başka birçoklukta, güya ortak geliştirilmiş bir doğrunun gölgesine sığınırsın. Yoksa yaşayamaz, devam edemez kimse. Asla “öteki anlayamama ” ve  “ötekince anlaşılamama” lanetinin bilgisiyle yaşayamaz insan.

Ve Tanrı yarattığı kaosu tadını çıkararak izler. Her insanın kendi duvarını yıkmadan “ötekini anlama” ve “anlaşılma” bilgisine ulaşamayacağı ve bunsuz ortak bir geleceğin mümkünsüzlüğünü izler.

SS

Share:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir