Ay: Haziran 2025

Babil’in Laneti

Babil Kulesi efsanesi, yeryüzünde gelmiş geçmiş tüm insanların birbirlerini neden bir türlü anlayamadıklarının en eski hikayesidir. Efsaneye göre insanlar, Tanrıya ulaşmak için, uyum içerisinde ve büyük bir istekle göğe yükselen bir kule inşa etmeye girişirler. Denilene göre o sıralar herkes birbirini anlar ve anlaşılır.  Kule, çok geçmeden yükselmeye başlar ve bunu gören Tanrı çok kızar. Gazabı korkunç olur. Kule inşa eden ama aslında kendine öykünen her insana ayrı bir dil verir. Yetmez, bir de onları dünyanın dört bir yanına savurur. İnsanlar birbirlerini anlayamadıkları ve anlaşılamadıkları için kulenin yapımı da durur. Ve dünya çok sayıda ulus ve bu uluslara ait binlerce dil hatta aynı dili konuşsa bile biri diğerini asla anlamayan ve hiçbir zaman anlamayacak olan insan yığınları ile dolar. Bu nedenle,  Babel  olan Babil, Eski Ahit’te ‘kargaşa, anarşi’ anlamına gelir. İşte tam da budur insanlık tarihinden bugüne var olan durumumuz.

Geçmişte olduğu gibi bugün de “ötekini anlayamama” ya da “ öteki tarafından anlaşılamama” nın nedeni kullandığımız dil midir? Peki, aynı dili konuştuğumuz insanları gerçekten anlayabiliyor muyuz? Ya da dilini öğrendiğimizi? Efsane anlatılandan farklı gelişmiş olabilir mi? Kendine öykünülmesine çok kızan Tanrı, ya kaosun başlangıcını farklı şekillendirdiyse?

Efsanenin bir de şöyle olduğunu var sayalım; insanlar, Tanrıya ulaşmak için, uyum içerisinde ve büyük bir istekle göğe yükselen bir kule inşa etmeye girişirler. Neden Tanrıya ulaşmayı kafayı takarlar? Çünkü, “ötekini anlamanın” ve “öteki tarafından anlaşılmanın ” sırrını keşfederler.  Geriye bilinecek ve anlaşılacak bir Tanrı kalır. Eğer, ona ulaşır, bilir ve anlarlarsa her birinin birer Tanrı olmasının önünde ne engel kalır ki?  Kendi aralarında- bizim bugün asla anlayamayacağımız- bir uyum ve istek içerisinde bir kule inşa etmeye girişirler. Kule, çok geçmeden yükselmeye başlar ve bunu gören Tanrı kızar. Kule inşa eden ve kendine öykünen her insana ayrı bir dil verir ve her birini dünyanın çeşitli yerlerine savurur. Ancak bununla yetinmez, öfkesi çok büyüktür. Aynen kulenin her bir tuğlası gibi, ötekinden her duyulan söz de her kafaya ayrı bir tuğla gibi eklenecektir artık. Bu tuğlalar her insanın kendine özgü duvarını oluşturacak ve biri diğerini bir daha asla anlayamaz, biri de diğerince asla anlaşılamaz olacaktır. Dilin ayrılığı, her bir insanda ayrı şekillenen bu korkunç duvarları gizleyen bir görüntüdür sadece. Birinin gerçeği, bir diğerinin duvarına çarptığında “anlamak” ya da  “anlaşılmak” bir daha hiç mümkün olmaz.  Babil’in asıl laneti, nesilden nesile aktarılan kaosun asıl başlangıcıdır bu duvarlar.

Ancak, atalarının bir zamanlar deneyimlediği “anlamanın”  ve “anlaşılmanın” mümkünlüğünün ve tanrısal hazzının izi kalmıştır insan denen varlıkta. Her yeni doğan, bu laneti üzerinde taşıdığı halde, hiç yokmuş gibi, bu hazzın peşinden koşmaya programlıdır. “Ötekini anlamanın” ve “bilmenin” ötesinde “anlaşılabilmenin” yakıcı arzusuyla saldırır etrafına. Oysa kaosu oluşturan duvarlar, her bir insanın kendine özgü duvarı, insanın olduğu her yerdedir. Doğumla birlikte örülmeye başlanan bu duvarlar, insan denenin iliklerine işlemiştir.  Ancak,  bu duvarların gerçeğini yadsımaya güdülüdür her insan. Oysa, hepimizin atalarımızdan kalma tek ortak ve diğerince “anlaşılır” kırıntısı bu gerçektir belki de. Bu laneti hiç kabullenemeyen ve halen Tanrıyla sidik yarıştırma derdinde olan insan ise bu duvarları yok sayarak sürekli bir arada bulunup iletişime yönelik sistemler geliştirmek için debelenir. Eski mutlu günlerdeki gibi bir arada yaşamanın erdemini yücelten sistemlerdir bunlar. Kullandığı dilde de ortak kavramlar geliştirme gayretindedir. Halen “ötekini anlamıyor” ve “ötekince anlaşılamıyor” ise dili yetersizlikle suçlar. Aile, ulus, ahlak, özgürlük, mutluluk gibi kavramlar üretir, her nesil bunlara farklı anlamlar yükler kaosu biraz olsun örtbas etmeye çalışır. Bu ortak kavramlara sımsıkı sarılınırsa eğer  “ötekini anlamama” ya da “ötekince anlaşılmama” nın lanetinden kurtulacaklarını umarlar.  İnsanlar bu sisteme ya gönüllü olarak dahil olur ya da zorla dahil edilirler. Eğer ret ederse sistem onu dışarı atmakla yani yalnızlaştırmakla tehdit eder. İşte o zaman hiç anlaşılamaz! Eğer, bunu göze alan çıkarsa da bu kez yok eder. Çünkü bu ısrar, o an var olan sisteme karşısındaki hiç “anlayamadığı” gerçeğini hatırlatır, oysa sistemin var oluş nedeni hep yok sayılan bu lanet değil midir?  Her bir insan gizlediği bu lanetiyle artık bir arada uyum içinde Tanrıya ulaşan bir kule değil de, kaosu yatıştıracak irili ufaklı kulelerle inşa etmekle cebelleşmekle mükelleftir.  Bu amaçla, birinin özgürlük tanımı, diğerinin esareti olsa da “özgürlük” adına yan yana durabilirler.  Ya da birinin mutluluk tanımı, diğerinin duvarında her defasında paramparça da olsa bir arada kalmayı tercih ederler. Yine de dostlar birbirini dinler, anlamaya çalışır. Sonuçta aynı dili konuşuyorlardır. Oysa içten içe bilirler, tek anlaşılan dinleyenin duvarına çarpan ve ona göre şekillenen sadece dinleyenin gerçekliğidir ötekinin değil.  Bilirler ama bilmezmiş gibi yaparlar. Yoksa, “ ötekini anlamamak” ya da “ötekince anlaşılamamakla” yaşayamazlar. Yetmez, ideolojiler geliştirir, siyasal partiler kurar birbirini “anladıklarını” sananlar, en anlaşılamayan olduğu düşünülenin şerrinden korunmak için herkesi anladıklarını öne sürerek, yönetmeye aday olurlar. En büyük komedi de budur! Ana, çocuğunu; dost, dostunu, sevgili, sevdiceğini bile anlayamazken onlar geliştirdikleri ortak kavramlarla herkesi anladıklarını cümle aleme haykırırlar. Atalarının sırf bu yüzden bir zamanlar kızdırdığı ve lanetiyle cezalandırdığı Tanrıya öykünerek.  İnsanlar da inanır ya da inanmış gibi yaparlar başka seçenek yoktur çünkü. Nicelik önemlidir bu aşamada. Birbirini anladığını iddia edenlerin sayısı ne kadar fazla ise doğru o kadar doğru oluverir. Herkesi temsil edebilsin diye çokluğun doğruluğu için gerektiğinde canlarını bile verebilirler. Anlaşıldıkları ve anladıkları düşüncesinin hazzıyla yaparlar bunu tıpkı lanetten önceki gibi. Oysa, her birinin anladığı diğerinden bir farklıdır. Hayal kırıklığı kaçınılmazdır. Özgürlüğün seni en iyi anladığını düşündüğünce esaretine dönüştürüldüğünde bunu görmezden gelmek dışında seçeneğin kalmaz. En fazla öfkelenir, başka birçoklukta, güya ortak geliştirilmiş bir doğrunun gölgesine sığınırsın. Yoksa yaşayamaz, devam edemez kimse. Asla “öteki anlayamama ” ve  “ötekince anlaşılamama” lanetinin bilgisiyle yaşayamaz insan.

Ve Tanrı yarattığı kaosu tadını çıkararak izler. Her insanın kendi duvarını yıkmadan “ötekini anlama” ve “anlaşılma” bilgisine ulaşamayacağı ve bunsuz ortak bir geleceğin mümkünsüzlüğünü izler.

SS

Aklın Oyunları

Ama- bilemediğindir, o yerler, o noktalar dokunamadıklarımız-

Dokunamadığımız noktalardan gelir yaşamımızın anlamı”

                                                                                    Oruç Aruoba

Ve en dokunamadığıdır insanın kendi aklı. Her gün yeni bir oyun oynar da senden içre ne çıkabilirsin içinden ne de ulaşabilirsin bir yere. Kedinin fareyle oynadığı gibi oynar da “delirmek” denilene yeter işte! Hatta belki de tek nedeni delirmenin; aklının yetmesi kendi kendine. Seninle hiç konuşmuş muyduk bunu? Hatırlamıyorum. O kadar çok şey konuşuldu ki yıllarca – kendi aklının insana oynadığı oyunlar dışında-  konuşulsaydı hatırlardım. Oyunun ilk kuralı söze dökmemekti, o yüzden o sularda hiç yüzülmedi. Ama hatırladığım hemfikirdik akla hükmedilemeyeceğinde…

Bir sabah uyandığımda kendimi bu oyunun içinde bulduğumu da bilmiyorsun tabii. Bir anda… Niye sen? Niye şimdi? Bir gün öncesiyle değişen neydi? Hangi söz, hangi bakış ya da hangi zayıflık tetikledi? Bilinmez… Aklın oyunlarına akıl sır ermez. Bildiğim, saçma ve hayal olamayacak kadar gerçekti. En azından hissettirdikleri…. Düşündükçe güldüm, elimden başka bir şey gelmedi başlarda. Sakın bozulma, güldüğüm sen değildin. Sen sadece aklımın seçtiği bir imgeydin, yoksa değil miydin? Bilmiyorum.

Oyunu fark ettiğim andaki dehşetin geçmesini bekledim bir süre. Gerçekliğin sıradan bilinirliğine o kadar alışığız ki;  “Gelip geçici bir akıl tutulması, belki zayıf bir an…”  dedim kendime. Sonra da “Oynamayacağım, yokum ben bu oyunun içinde…” Geldiği gibi bitecekti bir anda. Sustum da bekledim o anı sabırla. Bana, neden senle eskisi gibi konuşmadığımı sorduğunda yanıt vermedim. Söze dökülemeyeceğini söylemiştim! Ama, bitmedi. İşte tam da böyle, beklemede, ipler onun elinde oynayıp durdu bir kukladan ibaret hem benle hem senin imgenle. Yıllar geçti de mıh gibi saplanmış bu oyunu kambur gibi taşıdım zihnimin derinliklerinde. Kambur, bitmeyen azaba dönüştüğünde -Sünbülzade Vehbi gibi “Ayine içre görmez misin hiç sen seni..” diye diye – Çok yoruldum direnmekten, kabullendim ve girdim oyunun içine ben de. İlk kez ve kendi isteğimle…

Bilinir kılarsam, gerçeklersem olanı biter elbet dedim. Ne kadar dayanabilir ki insan aklının yarattığı bir oyunun içinde? Tan kızıllığında kuyruğunu açan bir tavus gibi göz kamaştırıcı ve kusursuzdu aklımdaki. Öğle güneşi altında göze batan ayakları ve tiz sesi gibiydi gerçekliği. Kusurlu ve çirkin….  Bu, beni öfkelendirdi. Neden bu kadar öfkelisin diye sormuştun ya bana… İşte bu çıplak çirkinlik hoşuma gitmedi. Ama devam ettim, aklımdaki seni ve beni gerçekle öldürecektim Çünkü tek çıkış yolu buydu labirentin. Çıkabildim mi? Bilmiyorum.

Akıl dediğimizin de zayıf bir noktası buymuş meğer.. Bilinmezlikten beslenir demiştim ya, aynı anda her şeyi de tanımlamak istermiş. Büyük dev bir gibi kütüphane gibi düşün onu. Göz göz çekmeceleri olan. Ortada kalmış hiçbir şeye tahammülü yok aklın. Azap verir yoksa. Her yaşantıya bir isim verilip uygun rafa kaldırılması gerekir, huzura erebilmesi için. Yoksa hiçbir oyunu bitmezmiş! İnsan denilenin yüzlerce farklı dilde milyar kavram türetmesinin nedeni de bu demek ki. Aklın yarattığı kamburlardan kurtulabilmek için. Peki ben doğru isim bulabildim mi bu oyuna? Bilmiyorum!

Bunu senle konuşmayı ne kadar çok isterdim. Ama sen de susmayı seçtin tam o sıralar…  Çok öfkeliydin. Her şeye öfkeliydin. Ne kadar da tanıdıktı! Bu kez ben sorduğumda kendinden nefret ettiğini söyledin. Benzer bir hayalin pençesinde miydin? Farklı iki akıl birbirinden bağımsız aynı oyunu oynayabilir mi? Olabilir miydi? Bilmiyorum.

Nasıl?- Bilmeyeceksin; ama eminsin bundan.

Bilmiyorsun, ama bu, kesin.

İşte, o. “ O.A

SS

Patatesler ve Soğanlar

Mutfak ve onunla ilgili olan her şey biraz dikkat edildiğinde müthiş bir bilgeliğe sahip. İnsanla ve yaşamıyla bağlantısız, önemsiz gibi görünen buradaki işleyiş, en karmaşık soruların da yanıtı olabiliyor. Çünkü mutfak; filmlerde bize sunulduğu  gibi sadece mutluluk ve keyif üreten pembe! bir yer değil. Yaşamın ta kendisi gibi hiç hoş olmayan sorunların, tıkanıkların kronikleşmiş hataların, göz ardı edilenlerin kısaca yaşamda her gün yinelenen kronikleşen hataların hemen hemen aynısının sahnelendiği bir karmaşık bir alan. Nasıl mı? Mutfakların vazgeçilmezi soğanın patates  ya da patatesin soğanla ilişkisi gibi örneğin!

Mutfakla haşır neşir olan herkes dışarıda patateslerle soğanların  bir arada olduğunu,  hep yan yana tezgahlarda satıldığını bilir. Birbirinden yapısal olarak tamamen farklı olan bu iki kök bitki ayrılmaz ikilidir. Dünyanın herhangi bir yerinde pazara ya da markete gittiğinde patatesin olduğu yerde soğanın, soğanın olduğu yerde de patatesin olacağını bilirsin Bu birliktelik, tezgahlarda  göz alıcı bir kusursuzluktadır. Taaa ki onları alıp eve gelene kadar…  Mutfağa girdiklerinde ise -tıpkı dışarıda sergilendikleri gibi bu ikiliyi ayırmadan-  onlar için oluşturulmuş bir yere koyarsın. Bir zaman sonra ihtiyaç gereği  bu özel alanın kapağını açtığında kötü bir manzara seni bekler.  Ortalığa yayılan kesif bir çürüme kokusuyla birlikte bu kusursuz çift son derece kusurlu bir şekle bürünmüştür.  Satın aldığın andaki halleriyle en ufak bir ilgisi olmayan yumrular hem patatesler hem de soğanlar için geçerlidir. Ertesi hafta  onları satın aldığın tezgaha gidip şikayetlendiğinde sana söylenen genellikle şu olur: “Bizde bir kandırmaca yok, zamanla da ilgili değil.  Doğru korumamışsınız; gün ışığı görmeyen, nemsiz gözlerden ırak bir yerde saklayın onları.”  Sonra; yeni bir kusursuz ikili ile mutfağına döndüğünde söylenen kurallara uyarak yeni alanlarına yine bir arada yerleştirirsin… Birkaç zaman sonra kapağı açtığında yine aynı koku ve manzara seni karşılar! Mutfağın bu küçük ama yıkıcı ‘düğümü’ seni yıllarca uğraştırabilir. Satıcılara lanetler okuyup defalarca tezgah değiştirmek de bir işe yaramaz. En sonunda bir satıcı, seni bu çürümüşlük döngüsünden kurtaracak olan cümleyi fısıldar: “Sorun zaman ve mekanda değil, bir arada duran soğanlar ve patatesler birbirlerini çürütür.”  

Evet; olan aynen budur! Dışarıda tezgahlarda birlikte gördüğün soğan ve patatesler aslında bir yanılsamadır. Aralarındaki neredeyse görünmez  olan mesafelerle gerçekte birbirlerine hiç temas etmeden dururlar. Oysa, onları alıp mutfağına alıp geldiğinde bu ayrıntıyı fark edemediğinden; ikili için ayırdığın yere onları sınırları olmadan koyarsın. İşte o andan itibaren ortamın nemli mi nemsiz mi aydınlık mı karanlık mı olduğu ya da orada ne kadar süre durduklarından bağımsız ayrı bir savaş başlar. Soğan ve patatesler sınırları olmadan temas etmeye başladıkları andan itibaren birbirlerini  “dönüştürme” çabasına girişirler. Soğan patatesi ya da patates soğanı fark etmez. Doğalarına aykırı olanı hızla “kendine benzetme” çabasının kazananı da yoktur.  Dönüştürme çabası , eşit derecede bu iki farklı yapıyı deforme eder. Her ikisinin de yaşam kanıtları olan ve içlerinde sakladıkları filizlerin dışarı fışkırması, bu fışkırma anında dokularının çürümesi ile gerçekten de zamanla “bir” olurlar. Çürük kokulu, şekilsiz, kararmış ne olduğu belirsiz bir aynılık şeklinde.

Mutfağın bilgeliği demez mi bize; “patatesle soğanın yaptığının aynısını yapıyorsunuz birbirinize?” diye…   Bir insan, bir diğerini yaşamına dahil etmeye karar verdiğinde ilk refleksi  “dönüştürmek” olmuyor mu? Etrafımızdaki birçok ilişki çeşidinin hepsinde bunu gözlemledim. En korktuğum da bu oldu. Çünkü; aynı patates ve soğanlarda olduğu gibi kişiler aralarındaki görünmez ve özel sınırları yok sayıp birbirini dönüştürme çabasına giriştiklerinde bu savaşın kazananını  hiç görmedim.  Söz konusu çaba iki dost, anne ile çocuk ya da diğer tüm ilişkilerde söz konusu. Ancak en sık yaşandığı  alan “çift” olmaya karar verilen “aşk” alanı. Birine aşık olup bir de patates ve soğanlar gibi çifte  özel “evlilik” adı verilen alana kapanmaya karar verildiğinde ilk iş bu oluyor. Bunun nedeni,   “bir “ olma isteğinin yanlış anlaşılması ve yorumlanması olmalı. “Bir “ olmak “aynı” olmakla karıştırılır. Birlikte bir yaşam kurma” kararı genellikle her iki kişinin de “aynı” olması gerekliliği yanlış inancı ile.  “Aynı yastığa baş koymak” aynı kafalara sahip olmak anlamına gelmeye başlar..  Her bir kişi, bir diğerini kafasındaki ideal “aynılık” a uydurmak için farkında olmadan ya da bilinçli bir şekilde “dönüştürme” çabasına  girişir. O kadar ki biir süre sonra dışarıda tek başına adım atamaz hale gelirler. Yolda yürüyen yaşlı çiftlere dikkat edin. Mutlaka elele tutuşurlar ya da biri diğerinin kolundadır. Adımları ise neredeyse aynıdır. İşte benim en çok korktuğum!  Diğerlerinden farklı bulduğun için aşık olduğun birini aynılaştırmaya çalıştırmanın somut sonuçlarından biri. Her şeyin “bir” olması ya da “bir” olabilmek için olanı kafandaki ideale benzetme çabası niye? İşte bu noktaya gelindiğinde patates ve soğanlara olan “biz” dediğimize de olur. Tek kişilik ya da karşılıklı dönüştürme çabası aradaki sınırları yani diğerini farklı kılan tüm çizgileri yok sayar.. Oysa, birinin diğerine yönelik ya da karşılıklı girişilen bu çabanın asla bir kazananı olmadığımı gözlemledim hep. Karşılıklı çürüme ise kaçınılmaz sondu.  İster dayanamayıp ilişki sona erdirilsin ister bir taraf pes edip yıllarca belki bir ömür köşesine çekilsin karşılıklı çürüme kaçınılmaz. “Bir arada uzun yıllar yaşayan çiftler fiziksel olarak birbirine benzer”  görüşü de var. Doğru. sadece yüzler, adımlar, konuşmalara benzemez koku bile benzer. Bu benzerlik,  övünülecek bir  “biz” olmanın değil, çürümenin kanıtıdır. Aynı patates ve soğanların bir süre sonra birbirini dönüştürerek şekilsiz ne olduğu belirsiz yumrular haline gelmesi gibi. Bu insanları ziyaret ettiğinde her defasında evin kendine özgü kesif hiç değişmeyen kokusunu fark edersin. Çürümenin kokusudur bu ve beni hep tedirgin etmiştir. Sonra sohbet ettiğinde ise artık tamamen aynı gülen ya da bakan garip bir ikize dönüşmüş ikili arasında yıllar boyu süren gelen dönüştürme çabasının itiraflarına rastlarsın: “Dans etmeyi çok severdim ama o hiç sevemedi, beceremedi. Ne kadar istedim dansı sevmesini, birlikte dans edebilmeyi. Bir kez olsun benimle dans etmedi. Evlendiğimizden bu yana o dans etmeyince ben de etmedim. Uzun yıllar oldu hiç dans etmedim…”

SS

Timeo hominem unius libri

“Timeo hominem unius libri”

                                                                              Aquinas

M.Ö 415

Başpiskopos Theodisius rahatsızdı.

Ve atadı Psikopos Cyrill’i söndürmesi için ışığı.

İskenderiye’nin aşağılarından Cyrill’in sesi yankılandı:

Pagan!

Şeytan!

-Dinsiz!

– Öğrenmeli kadın uysallığı ve sessizliği. Doğru değil kadının ne dersi ne de etkisi.

Suskun olacak ve sessiz kalacaktır. Çünkü önce Âdem, sonra Havva yaratılmıştır”

Yüz basamaklı merdivenle çıkılan ve kente tepeden bakan okulda aşağıdan yükselen hoyrat ses duyulmadı.

Düşünceleri ve bakışları dönmüşken yıldızlara, anlatıyordu öğrencilere Hypatia: “İnanmadan önce sorgula, sonra dur bildiklerinin arkasında. Ve cesaretle söyle, susma!” 

Herkese açıktı İskenderiye Okulu’nun kapısı. Egemen olduğundan özgür iradeye saygı, hiç çatışmazdı burada farklılıkları.

 “Düşünme hakkını kullan” denirdi her kapıdan girene.

Yanlış düşünmek bile hiç düşünmemekten yeğdi” onlara göre.

Gel gör ki yüceltilse de burada akıl, bilgi ve düşünce.

Yetmedi engellemeye karanlığın o kapıdan içeri girmesine.

O gelen talan etti okulu ve kütüphanesini.

Hamamlarda yakıldı Euclid’in  Arşimed’in ,Herofilos’un  Eratosthenes’in ve nicesinin düşüncesi.

Hypatia taşlandı ve etleri kemiklerden ayırdı istiridye kabukları…

Nefret doluydu karanlığın öfkesi.

Yıktı, bilimin ve özgür düşüncenin son kalesini.

“Liyakat değil sadakat” diye buyurdu sonra  

İlgilendirmez bizi bu yıkım” dedi halk “Bağlamaz düşüncenin davası, işinde gücünde olanları.

Ne büyük yanılgı!Ne büyük yanılgı!

Onları da unutmadı! Bin yıllık karanlığa gömerken insanlığı, İskenderiye’nin yangını…

Theodisius’un kör inancı, Cyrill’in aşağı eğik başımı yarattı bu çılgınlığı?

Onlar ki; inşa ettilerse de Okul’un yerine bir kilise,

Binlerce yıl sonra bugün Hypatia ve öğrencilerinin izi var sözlerimizde.

M.S 1933

… Gülünçtü bıyıkları, donuktu bakışları ancak etkilerdi hitabeti halkını,

Değerlerimize karşı çıkanlara hayır!” oldu sloganı.

Bir vatan hainidir savunan bu değerlere karşı fikirleri

  • Bizden değildir ve görevini hafife alıyor demektir karşı düşünceler üreten öğrenci.
  • İstiyoruz ki, fakülteler olsunlar milli kimliğin mabedi…

Gürleyen sesin ardından alevler aydınlattı geceyi.

Şenlik ateşleri sanmayın; yanan Einstein, Freud, Keller ve Hemingwaydi.

Tek tek silerken üniversitelerden istemediği fikirleri, kitaplar körükledi ateş yeminlerini.

Toptan temizlik” dediği edebi ateşlerde; tasfiye etti üniversitelerden çoğulcu düşünceyi ve kültürlü toplum bilincini.

Ve o gün olanlar felaket çağının ilk habercisiydi; ateşin aydınlığı, geleceği gölgeledi. 

Halkın gözü perdeli, görmezden geldi okulları saran alevi.

Kimi içinden geçirdi: “Müstahak onlara! Çok alışmışlardı yukarıdan bakmaya!

Gel gör ki kendilerinden azade gördüklerinin yangını, yıllar sonra sardı kül etti evlerinin ocaklarını ve çocuklarını…

Sanatçı olmak istemişti; iyi bir ressam belki…

Beceremedi!

Başarısızlığa uğramış isteği ve sevgisi miydi bu amansız nefretinin kökeni?  Belki de saplandığı güç ve iktidar deliliği!

Nasıl da bir oburlukla yok etti önüne çıkan her şeyi.

 En yukarıya çıkmak istedi de ezip geçti tüm yukarıda gördüklerini.

Heyhat! En aşağıda, çelik ve betondan bir sığınakta intihar etti.

M.S 2021

Rahatsızdı.

Ve atadı Rekyum Blue’yu söndürmesi için ışığı.

Yılın ilk soğuk sabahında.

Kente yukarıdan bakan ve yüz basamaklı merdivenle çıkılan okulda;

Kadim İskenderiye’nin ruhu durdu karşılarında:

Boyun eğmeyeceğiz karanlığa,

Vazgeçmeyeceğiz ve bakmayacağız aşağı, asla!

Rekyum Blue istifa!

Açık okulun kapısı herkese; değer veriyorsa eğer özgür iradeye, bilime, düşünceye ve de liyakate!

Çatışmaz burada farklılıklar, filizlenemez ekmek istediğin tohumlar.

– “İnanmadan önce sorgula, sonra dur bildiğinin arkasında Ve cesaretle söyle, susma!” var, bu okulun harcında…                                              

Dedi akademisyenler ve öğrenciler

Ve sırtlarını döndüler.

Ne de korkunçtu karanlığın öfkesi ve duyunca bu sözleri;

Yankılandı sesleri;

-Lezbiyenin mezbiyenin dinlenmemeli sözleri, kadın dediğin de öğrenmeli uysallığı ve sessizliği. Söyleyin! Talebe mi bunlar; yoksa terörist mi? İstiyoruz ki, olsun fakülteler milli kimliğin mabedi…

-Onlar evlat değil, zehirli yılanlardır, gerekli başlarının ezilmesi. Bize karşı çıkan düşünceler bedelini ödemeli! Ve silmeli her yerden bu sapkın zihniyeti

Herkese açık okul kapısı bak şimdi kelepçeli. Siyah bir gölge gibi kapladı gelenler meydanı ve derslikleri.

Hedef gösterseler de akademisyenleri ve öğrencileri;  vazgeçiremediler onları savunmaktan özgür üniversiteyi. 

Kırdılar kapıları evlerde, sürüklediler çocukları yerlerde. Hırpaladılar, tutukladılar ama nafile! Onlar bakmadı aşağıya dün de, bugün de…

Orası ki özgür düşünce ve çoğulcu kültürün son kalesiydi. Tüm ülkenin gözü üzerlerine çevrildi:

Kimi görmezden geldi, okulu saran karanlığı, ilgilendirmezdi onları. Bağlamazdı düşüncenin davası, işinde gücünde olanı. Zaten hep kazanan olmaz mı ki elinde tutan gücün sopasını!

Kimi ise ilendi: “Müstahak onlara! Çok alışmışlardı yukarıdan bakmaya!

Ancak çoğunluk, farkındaydı olanları. Habercisidir felaketlerin düşüncenin talanı. Onları da unutmaz, yutarken okulları, bir zaman sonra sarar, kül eder evlerini, ocaklarını ve çocuklarını…

Ve dediler: “Dalgadır her bir direniş. Durduramaz belki tek başına karanlığın görece zaferini. Ancak art arta gelen dalgalardır ki aşındırır gücünü karanlığın ve gün gelir söndürür alevini.”  Işığın yanında saflarını seçtiler.

Neydi ateşleyen karanlığın fitilini?

Kör inancı mı;  Rekyum Blue’nun aşağı eğik başımı?

Başarısızlığa uğramış düşleri mi bu amansız nefretin kökeni?

“En yukarıdayım” demek için ezip geçme isteği mi tüm yukarıda gördüklerini? Delicesine saplanılan güç ve iktidar isteği?

Nasıl da oburlukla talan ederken her yeri, yüz basamaklı merdivenle çıkılan tepenin paha biçilmez değeri mi?

Belki de HEPSI…

Ancak kadim geçmişin birkaç sözü vardı söyleyecek. Yaşandı bunlar hep ve sonuç hiç değişmeyecek.

Görmüyor musun, öğrencileriyle Hypatia var sana sırtını dönenler arasında. Ve Helen Keller sana sesleniyor mektubunda:

“…Eğer düşünüyorsan düşünceleri yok edebileceğini, hiçbir şey öğretmemiş tarih sana demek ki.

Dün olduğu gibi bugün de düşüncelerin yayılmasını engellemekti tiranların en büyük gayreti. Ancak, yok etmek istedikleri o düşünceler sonunda tiranları yok etti…

SS

İtaatsizlik Sorumluluğu Üzerine

Bir demokrasinin esas olarak olarak sağlıklı olan kurumları içerisinde yüksek mevkileri işgal eden birilerinin bağışlanamayacak cehaletleri ya da bireysel çıkarları nedeniyle yasallığın sınırlarını biraz ya da çok fazla aşmaları, rüşvet işlerine bulaşmaları, açıkça yalan söylemeleri, güç alanlarını genişletmeleri hatta sınırsız bir hale getirmeleri, insan haklarını ihlal etmeleri.. vb ender rastlanan şeyler değildir.” der Alman Filozof Hans Saner. Hele ki yaşanılan adil olmaktan çok uzak; devletin “demokrasi” kılıfıyla yurttaşlarını korkutma ve cezalandırma ile her gün daha ağır bir baskı altına aldığı bir sistem ise… Bu; her toplumun başına gelebilir çünkü “”bir demokrasinin doğuş, çöküş, yeniden doğuş, kriz ve hastalık, çürüme ve çılgınlık gibi evreleri olduğunu “da söyler Hans Saner.

Bugün bizlerin içinde yaşadığı sistem; yukarıda sıralanan kötülüklerin tamamının ve hatta fazlasının görüldüğü bir çılgınlık halidir. Peki, demokrasinin çıldırdığı bir yerde; evinde akşam yemeği hazırlayan ya da iş çıkışı trafikte sıkışıp kalan ya da kampüsün çimenlerine uzanarak yarınını planlayan sıradan insanlar ne yapmalıdır? Onların da yer aldığı bu tabloda sorumlulukları nelerdir? Ortalama 5 yılda bir “sandığa gidin, oyunuzu kullanın” çağrısına uymak ve temsili bir demokraside seçtikleri siyasileri belirlemek( o isimler de gerçekte sistem tarafından belirlenir), bireyin sorumluluklarını yerine getirmesi açısından yeterli midir? Seçilmiş temsilcilerin varlığına karşın bireyin halen evde, işte ya da okulda tüm olan biten üzerine düşünmesi ve “ne yapılabilir?” diye kafa yorması bir tür “kaçıklık” göstergesi midir? Hayır. Bu çılgınlığın en ağır bedelini bizlerin ödediğini hesaba katarsak olan biten üzerine kafa yormanın bir kaçıklık değil; aksine temel sorumluluk olduğu sonucuna kolayca varabiliriz.

Öte yandan; birey için vardığı sonucu ne zaman ve birçok yollardan hangisi ile pratiğe dökmesi gerektiğine karar vermesi en çetrefilli olanıdır. Bireyin sesi ne zaman yükselmeli, varlığı ne şekilde hissedilmelidir? Çökmüş, çıldırmış bir sistemin içinde olsa da birey hangi demokratik ve barışçıl yöntemle direnebilir, bir şeyleri durdurabilir ya da değiştirebilir?

Devletin ve onun gücünü kullanan hükümetin bir ya da birçok konuda “seçenek” olarak dayattığı seçeneksizliğe itaat etmemek; “itaat etmeme sorumluluğu” nu üstlenmek birey için demokratik bir hak olmasının yanı sıra doğru ve tamamen vicdani bir seçenek olabilir mi?

Evet, olabilir. Ancak, yine Hans Saner; bireylerin genelde devlete ya da yasalara karşı haklı bir nedenden de olsa sivil itaatsizlik sergilenmesini ilkesel olarak değerlendirdiğini; bu sebeple de demokrasi softalığına düşebildiklerini ve “itaatsizlik” eyleminin kendi gözünde meşrulaşmasını zorlaştırabileceğini söyler.

İşte tam bu aşamada “sivil itaatsizlik” kavramının ne olduğu ve ne olmadığı; bu hakkın nerede ve şekilde kullanması gerektiğini basitçe hatırlamak gerekebilir. Tüm bunları yazma amacım; bu hatırlatmayı öncelikle kendime yapmak; sonrasında da hangi nedenlerden dolayı böyle bir hatırlatmaya ihtiyaç duyduğumu paylaşmaktır.

Sivil itaatsizlik nedir?

Tanım olarak ABD’li filozof John Rawls’ın “Adalet Teorisi” nden yola çıkarsak “sivil itaatsizlik; yasaların ve ya da hükümet politikasının değiştirilmesini hedefleyen, kamuoyu önünde icra edilen (aleni), şiddete dayanmayan, vicdani ancak yasal olmayan bir eylemdir.” Rawls’a göre haklı bir sivil itaatsizlik eyleminin taşıması gereken üç şart vardır:

Birincisi; protesto eylemi, açık biçimde ifade edilebilecek çok ciddi haksızlıklara yönelik olmalıdır. İkincisi; eylemin yapılacağı amaca ilişkin sonuç getirecek yasal yollar denenmiş ve tükenmiş olmalıdır. Üçüncüsü ise sivil itaatsizlik eylemleri anayasal düzenin işlerliğini tehlikeye düşürecek boyutlara ulaşmamalıdır.

Rawls’ın teorisinin tartışmaya açık yönleri olsa da hemen herkesin fikir birliğine vardığı nokta; bir sivil itaatsizlik eylemini mesajının yapıldığı yerdeki yurttaşların çoğunluğunun adalet duygusuna ve idrak yetilerine uygun temel koşullardan kaynaklanma şartıdır. Sivil itaatsizliğin temelinde bireysel bir katılım şart olsa da kişisel inanç ya da çıkarlara dayandırılmaması ahlaki olarak gerekçelendirilir. Jürgen Habermas ise bu  protesto  şeklini gerek demokratik bir hukuk devletinde gerek “Kanun, kanundur” ya da “kanun, benim” mantığının hüküm sürdüğü yerlerde var olan hukuk düzenine karşı genel bir itaatsizlik amacı gütmeden kurallardan birinin ya da birkaçının kasdi ve sembolik ve en önemlisi barışçıl (şiddet içermeyen) bir biçimde ihlalini içermesi şeklinde tanımlar.  İhlali gerçekleştiren bireyin eyleminin yasal sonuçlarını da üstlenmeye hazır olmasını gerektirir. Rawls; sivil itaatsizliğin ahlaki temellerinin doğru kavranmasının demokrasinin bir denektaşı olduğunun da özellikle altını çizer.

Vicdan apolitiktir

Sivil itaatsizlik eylemi hukuki değil; etik bir eylemdir” der Hannah Arendt. Atinalı Sokrates ve Concordlu Thoreau’nun öncülüğünü yaptığı gibi ahlaki bir eylemdir. Karşılarındaki anlayışın ise “ İtaati reddedenlere gösterebileceğim anlayış, bunların kanunun verebileceği her türden cezayı kabule hazır olmalarıyla sınırlıdır ( Philip A. Hart)  şeklinde olması beklenir.

Örneğin; itaatsizlik sergileyen Sokrates, dava sırasında yasaları değil, sadece belli bir hukuksal hatayı kendi deyişiyle ona rastlayan “felaketi” tartışma konusu etmiştir. Kalmayı ya da ölmeyi seçmesi yönünde önüne sunulan kendi kaderinden yola çıkarak itaati reddetmiş ve ölmeyi seçmiştir. Bunu yaparken yasalarla olan sözleşmesini bozmayı, yasalara bağlılıktan vazgeçmeyi düşünmüyordu. Çünkü onun davası yasalarla değil; yasaları uygulayan hakimlerleydi.

Thoreau’da ise itaatsizlik nedeni daha farklıydı. Köleliğe göz yuman hükümete seçim vergisi ödemeyi reddettiği için cezaevinde bir gece geçirmiş ve ertesi sabah teyzesinin borcunu ödemesiyle serbest bırakılmıştı.  Thoreau’nun eylemi, Sokrates’tan farklı olarak yasaları uygulayanları değil; direkt yasaları ve yasaların adaletsizliğini hedef almaktaydı.

Her ikisinde ortak olan itaatsizliklerinin bireysel vicdanları ve bundan kaynaklanan sorumluluk duygularından kaynaklanmasıdır. Thoreau, nedenlerini “İnsanın kendisini kötülüğün yok edilmesine adamak gibi mutlak bir yükümlülüğü yoktur, hatta bu kötülük çok devasa boyutta olsa bile! İnsan kendini uygun bir şekilde başka şeylere adayabilir; ancak herkesin en azından haksız bir ilişkinin aracı olmamak konusunda kafa yormak istemese bile böyle bir haksızlığa pratik olarak katılmama sorumluluğu vardır. “ şeklinde özetler.

Arendt, bu örneklemelerin sonucunda yasaları çiğneyen bir itaatsizlik eyleminin kaynağı olan vicdanın, her yerde her zamanda ve her koşulda apolitik olduğu sonucuna varır. Ne haksızlığın yapıldığı yer ne de bu haksızlığın dünyanın geleceğine ilişkin sonuçlarıyla ilgilidir.  Aynı zamanda tamamen bireysel ve son derece sübjektiftir. Sokrates’ın dediği gibi:  “ …Kötülük yapmak, kötülük görmekten daha çirkindir. Tüm dünya bana karşı olmuş, aldırmam. Yeter ki kendime karşı olmamayım; kendimle çelişkiye düşmeyeyim…” düşüncesine dayanır.

Apolitik ve bireysel vicdan kaynaklı olsa da yasalara ya da onları uygulayanlara karşı sergilenen bir itaatsizliğin haklılığı kamu vicdanında da onaylanmalıdır. Ancak böylece bir sivil itaatsizlik eylemi; anlamlı sayıda yurttaşın ya geleneksel değişiklik yollarının tıkandığı yani itirazlarının artık dinlenmeyip incelenmediğine ya da tersine, birtakım değişiklikleri gündemine alan hükümetin yasallığı ve anayasaya uygunluğu ciddi biçimde kuşkulu olan bir politikada ısrar ettiğine inandıkları bir durumda harekete geçmesine dönüşebilir ve etkili olabilir.

Çöküş içerisinde olan demokrasilerde itaatsizlik

Bugüne dek totaliter rejimlerle yaşanılan deneyimlerden sonra Filozof Hans Saner “devlete direnmenin farklı yöntemleri olmalı mıdır? “ sorusunu değil “hangi yöntemler hangi devletler düzeninde politik olarak uygulanabilir, hukuki olarak yasal ya da belki ahlaki-politik açıdan meşru ya da zorunludur?” sorusunu tartışmaya açar. Politik olarak uygulanabilirliğinin sınırlarını anayasal pratik belirler ve bu pratik anayasa metninde yazandan çok farklı olabilir! Hans Saner, Rawls’ın teorisinde yaptığı tanımdan yola çıkarak tümüyle olmasa da “adile yakın demokrasiler” ve “Çöküş sürecindeki demokrasiler” olmak üzere iki durum üzerinden sivil itaatsizlik kavramını değerlendirir.

Çöküş içerisindeki demokrasilerde; devlet içindeki çürüme ile genel olarak muhalefet, medya ve bir de belki mahkemeler ilgilenir. Böyle bir bozulmaya karşı kurumsallaşmış araçlar, parlamenter kontrolün yanında, politikanın aleniliği ve de mahkemelerin bağımsızlığıdır. Peki ya onlar da işlerliğini yitirmiş ise? İşte bu tür demokrasilerde ortaya çıkan ise yapısal çöküntü yani devletin kendisinin çürümesi ile ilgilidir. Demokrasi görüntüsünün ardında yavaş yavaş neredeyse fark edilmeyecek biçimde ya da tam tersi açıkça ifede edilir biçimde bir dernek, parti ya da tabaka oligarşisi ortaya çıkabilir. Parlamento grupları artık seçmenlerini değil kendilerini finanse edenleri ya da başka bir şeyi ( açık ya da dolaylı bir biçimde) temsil eder hale gelebilir. Hukuk devleti adına temel haklar yok edilir; gelecekte uygulanmak üzere demokrasi rafa kaldırılıp , olağanüstü halin uygulanmasına imkan verecek yasalar çıkarılır ve muhalefet büyük bir koalisyonun içine alınarak etkisiz hale getirilebilir. Direniş hakkı adım adım yeni düzenlemelerle yok edilebilir. Çöküş sürecindeki bir demokrasinin tipik göstergeleri; verili hakların kullanımına gizli ya da aleni sansür, kuşkulu mahkeme kararları, doğrudan ya da dolaylı meslek yasağı, toplumsal soyutlamanın farklı biçimleri gibi yıldırma yöntemleri ve yasal sınırlamalardır.  İşte böyle bir durumda var olan ancak kullanılması istenmeyen özgürlüklerin sınırsız kullanımı belki de en etkili direniş yolu olarak çökmekte olan sistemin alternatifini yaşayan bir demokrasinin pratiğini oluşturacaktır. İşte böyle bir durum; keyfi biçimde uygulanan zor sistemi hedef alması kaydıyla kamunun “itaatsizlik” eylemini meşrulaştırır. Ve hatta bu yönde bir kamusal direnişi; hukuki ve ahlaki açıdan zorunluluk haline getirir. Çünkü; çöküş sürecinde yurttaşların haklarını ve özgürlüklerini kullanmaları önem kazanır. Ancak demokrasinin çöküş sürecinde önceden doğal olarak yapılan şeyler ek olarak direniş olarak algılanır ve demokratik davranış çöküş halindeki sistemin karşıtı bir pratiğe dönüşür. Bu nedenle, sivil itaatsizlik ve demokratik özgürlüklerin en geniş boyutlarıyla kullanılması birer direniş yöntemi olarak gündeme gelir.

Demokrasinin çöküş sınırı diktatörlüğe geçiştir. Böyle bir durumda yasalara göre meşru olmayan, demokrasi adına gerekli olabilir. Çökmekte olan devlete bu tür görevlerin sorumluluğunu yüklemek; demokratlara karşı savaşa ruhsat vermekle eşanlamlıdır. Bu nedenle; sivil itaatsizlik gibi barışçıl eylemler – ki bunlar var olan yasalara göre artık cezalandırılabilecek eylemlerdir- sadece demokratlarca yapılabilir.  

Neden hatırlama gereği hissettim?

Tüm bunları tekrar hatırlama nedenim; birey olarak ülkemin içinde bulunduğu durumdan duyduğum rahatsızlıktır. Aynı zamanda, yukarıda tanımlanan “çökmüş bir demokrasi” nin tüm emarelerinin görüldüğü bir zeminde yakın bir zamanda yapılacak seçime yönelik endişelerimdir. Sıradan insanların kaderini belirleyecek “son viraj” olduğu gerek iktidar gerek muhalefet koalisyonu tarafından açıkca dile getirilen ancak uygulamada vicdani olarak kabulü giderek imkansızlaşan bir seçim sürecinden söz ediyorum.

Abartı olduğu düşüncesine kapılmamak için sürecin kabaca bir resmini çizebiliriz: Seçim güvenliğinin kural tanımaz bir parti devletine emanet edildiği, muhalefetin adaylarına hukuksuz ve adaletsiz bir biçimde siyasi yasak getirilmesi için düğmeye basıldığı; seçilmişlerin tamamen keyfi ve hukuk dışı kararlarla görevden alınarak yerine kayyum atama çalışmalarının başlatıldığı; bazı muhalefet partilerini kapatma hazırlığı yapıldığı; medyanın sesinin tamamen kısıldığı ve hatta gazetecilere “siyasi yasak” getirildiği ( bir gazeteciye neden siyasi yasak gelir?); yasaların hemen her gün hükümet tarafından ihlal edildiği ya da kendi lehine keyfi olarak uygulandığı; yargının ve seçimden sorumlu kurumların “iktidar partisinin bir şubesi” haline getirildiği; askerin ve kolluk kuvvetlerinin ve hatta iktidar tarafından desteklenen paramiliter örgütlenmelerin, mayfa oluşumlarının  “İktidarın yanındayız” mesajları ile muhalefete ve seçmenlere gözdağı verdiği, muhalefetin -aymazlık ya da kasıy kaynaklı bilemiyorum- bu temel sorunlar yerine “ileride kim nerede ne görev alacak?” türü boş işlerle oyalandığı … (saymakla bitmiyor) bir yerdeyiz. Böyle bir tabloda nasıl bir seçim yapılabilir? Bireyden beklenilen nedir? Seçim, demokrasinin bir aracıdır. Bu tür antidemokratik, hukuka ve yasalara aykırı uygulamalarla yapılacak olan bir seçim; bireyin nezdinde ancak “seçimsizlik” olarak tanımlanabilir.

Bu durumu herkes farkında.  Süreç bu şekilde ilerlemeye devam ederse “Ne yapılabilir?” sorusunun yanıtını da  geçenlerde muhalefetin adaylarından sadece biri dile getirebildi;  “Arkadaşlarımıza yönelik siyasi yasak kararı kesinleşir ya da görevlerinden alınıp kayyum atanırsa hepimiz çekilmeliyiz.” Bu sürece yönelik itaatsizlik açıklaması, hukuken ve vicdanen kabulü mümkün olmayan bu duruma ilişkin en doğru yolu gösteriyor olabilir. Çünkü var olan gidişatın varacağı tek yer; şu anki iktidarın mutlak ancak adaletsiz zaferidir. Birey olarak benden istenen oyun ise tek bir anlamı olacaktır: “Diktatörlük sınırına dayanmış; hatta pratikte geçmiş bir iktidarın söz konusu durumunu legalize etmesine onay veriyorum.”

İşte bu sebeplerden; uçuruma yuvarlanmaya aylar kala (son viraj) hükümet tüm çıkış kapılarını kapatmaya, antidemokratik ve hukuk dışı adaletsiz yöntemlerle süreci baltalamaya devam ederse elde kalan son çare yani bireyin “itaatsizlik sorumluluğu” üzerine düşünmeye davet ediyorum.

SS

Bayan Çarkıfelek’in Kalbi 

Bayan Çarkıfelek’in kalbi ile olan münasebeti, tüm çocuklar gibi, kendinin ‘kendi’ olduğunun bilincine vardığı yaşlarda başladı. Kalbin kan pompalayan, herkesin yumruğu kadar kırmızı kaslı bir organ olduğunu bilmeden çok önce. Büyüklerin cümlelerinde sıklıkla kullandığı ve tuhaf bir şekille sembolize edilen kırmızı şey… Yaşı gereği en büyük keyfi yetişkinleri taklit etmek olan Çarkıfelek, doğal olarak bu pek sevilen sözcüğe kayıtsız kalamadı ve konuşmalarının arasına serpiştirmeye başladı. Etrafındakiler, onun bu haliyle epey eğlense soyut kavramlardan ve imalardan bihaber olduğundan, düştüğü gülünç durumları da farkına varamadı. Özellikle, büyükannesinin sıkça kullandığı “kalbine sor” cümlesi favorisi oldu ve hemen her yere sıkıştırdı:

-Bugün parka gitmek ister misin?

-Kalbine sor, büyükanne!

Tereciye tere satmak gibi…

Gülüşmeler…

Ancak, “kalp” denilen şeyin göğsünün ortasındaki pırpırlama olduğunun da farkındaydı. Öfkelendiğinde, yasaklı şeyler yaptığında ya da gece yatağın dışına çıkan ayağını kapacak olan canavarı beklediğinde tanışmışlardı. En çok da büyükannesinin onun için yaptığı tatlıyı kaşıklarken…

“Kalbim;

Tatlısını ya da canavarını bekleyen,

Pırpır uçak.

Yaşama kanatlanacak.”

Kalbin, herkesin yumruğu kadar büyük ve kırmızı kaslı bir organ olduğunu öğrendiğinde ve sonraki yıllarda Çarkıfelek’in onunla olan ilişkisi farklı bir yola girdi. Soyut kavramları bilen, kullanan ve “duygular” denilen keşfinin içine balıklama atlayan bu kadın için kalbi evrenin merkeziydi. Bu sebepten, kendisini bekleyen tüm hazları büyük bir açlıkla tatmaya güdülenmiş kalbi bu kez pırpırlamıyor, gümbürdüyordu.

 Kalbin, herkesin yumruğu kadar büyük ve kırmızı kaslı bir organ olduğunu öğrendiğinde ve sonraki yıllarda Çarkıfelek’in onunla olan ilişkisi farklı bir yola girdi. Soyut kavramları bilen, kullanan ve “duygular” denilen keşfinin içine balıklama atlayan bu kadın için kalbi evrenin merkeziydi. Bu sebepten, kendisini bekleyen tüm hazları büyük bir açlıkla tatmaya güdülenmiş kalbi bu kez pırpırlamıyor, gümbürdüyordu.

İşte Bayan Çarkıfelek yaşamının bu kesitinde, gürültülü şekilde bayır aşağı yuvarlanan dev bir kırmızı kas yığınına dönüştü ve ortalıkta uzun yıllar bu vaziyette dolaştı. Pek övündüğü mantığı ve rasyonelliği ise ardından koşarken epey bir zorlandı; çoğunlukla da yakalayamadı. Bu koşturmanın yönü dışarıya ve geleceğe dönüktü. Ara sıra nostalji yaşadığı da oldu ama çok kısa sürdü. Dışındakiler; insanlar, olaylar, durumlar, olgular, mekanlar… Ve tüm bunlarda şekil alan duygular; huzur, sevgi, öfke, hüzün, korku, isyan, özlem, nefret… Ve aşk! Kalbini en çok yoran, öte yandan ağır bir müptelalık yaratan… Aşk, neredeyse tüm duyguların, her defasında farklı oranlarda bileşimi bir “kokteyl” olarak karşısına çıktığından, Çarkıfelek onu diğerleri gibi kolayca tanımlayıp bir yere oturtamadı. Ne olduğu ile ilgili ciltlerce kitap okudu, günler ve geceler boyu süren tartışmalara girdi. Ancak her defasında yenilenen ve yeni bir formda karşısına dikilen aşk onu zorluyordu. En sonunda pes ederek “tanımsızlık” la tanımlamayı seçti. Tahmin edersiniz ki, işin içine bir tanımlanamayan ile yardımcı rolde “ötekiler” girince, neredeyse sorduğu tüm sorular da yanıtsız kaldı. Durum böyle olunca, kalbi defalarca rotasından saptı, sendeledi, yalpaladı, düştü, kırıldı. Bayan Çarkıfelek biraz yavaşladı mı? Hayır! Artık tam bir müptela olan kahramanımız, kısa bir kırık kalp onarımı küründen sonra, karşısına çıkacak ilk kokteylin tadına bakmak için yeniden tabanları yağladı. Dudağında lezzetini hissettiği her yudum ise zavallı kalbini gümbürdemenin ötesinde 70 lerin davul ritimleri gibi attırdı.

“…When the truth is found to be lies

And all the joy within you dies

Don’t you want somebody to love?

Don’t you need somebody to love?

Wouldn’t you love somebody to love?

You better find somebody to love…”

Bu ritmin sarhoşluğunda uzun süre devindi, durdu. Her nefesi kesildiğinde ise çocukluktan kalma bir alışkanlıkla, büyükannesine koştu. Kalbini bildiği ve emin olduğu tek netlikte sağaltmak için…

Kalbim sorulara yanıt vermiyor büyükanne!

Bu görüşmelerden kısa bir zaman sonra Bayan Çarkıfelek -tam da kendine yakışır bir biçimde- ani ve münasebetsiz bir olgunlaşma deneyimi yaşadı. Nasıl mı? Bir sabah uyandığında, her zaman olduğu gibi, yatağından doğrularak aynada kendine baktı. Ve o anda, tam olarak nereden geldiğini kestiremediği bir iç ses tüm benliğini kapladı:

Buraya kadar, yoruldum!

İşin ilginç tarafı, bundan sonra ne yapması gerektiğini de bilerek uyandığını (oysa daha önce bunun üzerinde hiç düşünmemişti) fark etti. Afallamış kahramanımız aynada suretine bakakalmış iken bir kez daha sarsıldı. Kalbinde ne çocukluktan kalma bir pırpırlama ne de alışık olduğu gümbürdeme vardı. Sadece sezgisel bir ses. İşte o sabahtan itibaren Çarkıfelek; herkesin kendi yumruğu kadar, kırmızı kaslı, yorulabilen ve bu nedenle ani bir ölüme sebebiyet verebilen bir organı olduğu bilerek… Kendine yeni bir rota çizdi. Koşmadan, yuvarlanmadan, dingin, dışarıya değil kendine yönelen bir rota. Çarkıfelek in eskisi gibi olmadığı fark edildiğinde, herkes bu beklenmedik değişime pek sevindi. Ailesi de gizliden gizliye derin bir “oh” çekti.

Büyükannesi sadece gülümsedi!

Isolated hand drawn purple outline flower of passionflower, passiflora on pink violet watercolor spot. Print of curve lines

Malum sabahın ardından Bayan Çarkıfelek, başına gelen bu tuhaf olayı sindirdi. Kılavuz tayin ettiği bu sezgisel sesi de -oldukça gevezeydi- deneyimlediği birkaç olaydan sonra dinlemeyi alışkanlık edindi. Kısa sürede Çarkıfelek için sese kulak vermek, susadığında su içmek kadar doğal bir hale geldi.

Pek övündüğü mantığı ve rasyonalitesi bu işe ne dedi?

İlk başlarda tamamen geri plana atıldıklarını düşündüler. Ancak, sesin çoğunlukla yanılmadığını görünce birlikte hareket etme kararı aldılar. Zaten, onlardan da bu beklenirdi! Çarkıfelek’in peşinden koşturmaktan bezmişlerdi. Böylesi daha iyiydi.

Ya sorular, duygular, aşk?

Bu yeni keşif Çarkıfelek’e çok şey öğretti. En başta da her şeyi yanlış anladığını…  Fark etti ki; her kalp sadece kendisi ile ilgili soruları yanıtlar, ötekileri değil. O yüzden, başkalarına ait soruları bir daha hiç sormadı. Üstelik zaman ve mekandan da bağımsızdı. Onun için geçmiş ya da gelecek yok, sadece “an” vardı. Ve tek gerçeği tam da o “an” da olandı. Ne olmuş olanın tortusunu tutabilir ne de olması istenenin garantisini verebilirdi. Ya diğerleri ile ilişkisi? Çarkıfelek’in onlardan istedikleri? Ses dedi ki;

Bilmek için istediğini

Çıkarmalısın ara sıra

“Kendim” dediğin giysiyi.

Çırılçıplak kaldığın anda

Hissettiğindir; istediğin

Ve de sadece kendin.”

Çarkıfelek, kendisine fısıldanan bu reçeteyi her yerde ve özellikle de aşk üzerinde denedi. Sonuç mükemmeldi. Zaten başından bu yana yardımcı rolde olan “ötekiler” silikleşti. Onların sundukları da… Bu kez, önüne konan her kokteyli tatmak yerine sadece kendi istediğini söyledi ve kana kana içti.

Büyükanneye ne oldu?

Onu en son gördüğünde zaman ve roller tepe taklak olmuştu. Büyükannenin kalbi, tatlısını ya da canavarını bekler gibiydi kanatlandı, kanatlanacak… Çarkıfelek ise birazdan ona en sevdiği tatlısını hazırlayacak. Elini tuttuğunda büyükannesi ilk kez sordu:

– Beni seviyor musun?

-Kalbine sor büyükanne…

-Kalbim güzel şeyler söylüyor Çarkıfelek.

SS

Ahlaksızlık Bir Tercihtir

Gün geçmiyor ki bu ülkede içinde ‘ahlak’ olmayan tek bir cümle sarf edilmesin… ‘Ahlak bozulması’, ‘ahlaka aykırı yayınlar’, ‘ahlaka aykırı davranış’, ‘güzel ahlak’, ‘ahlaksız’, ‘yerli ve milli ahlak’, ‘İslami ahlak’ vb…. Yönetenler ve medya yirmi dört saat ;’kalkınmada ahlaksal sorunlar’ dan, ‘kim ahlaklı; kim değil?” e kadar her alanda ‘iyi nedir’, ‘kötü nedir’ i anlatıyor. Davudi bir ses, her gün yeni bir konuda ahlak dersi veriyor ve bir kavramı ya da kişiyi “ahlaksız” ilan ediyor. “Ahlak bozuldu” diye genellikle, suç oranını, Batı tarzı giyimi, kadın ve erkek ilişkisini, son dönemde sanatı, müziği; kısaca, yaşamın her alanında olan biteni kast ediyorlar. ‘Ahlaka aykırı yayınlar’ da ise çember iyice genişlemiş durumda. Önceleri genellikle cinsel konuları kapsarken, şimdilerde devletin kelamına ters düşen her türlü görüş de ‘ahlaksızlık’ olarak beyan ediliyor. ‘Yerli ve milli ahlak’ kavramı ise bir millette, kişilerarası ilişkilerdeki geçerli- olan ya da olduğu farz edilen, olması istenen- davranışları kapsayarak yatak odamıza kadar girdi. Kısaca; son yıllarda ahlakla yatıp, ahlakla kalkıyor ve muazzam bir ahlak patlaması yaşıyoruz!

Ahlak nedir?

Ahlak terimi kavramsal olarak açıklamak istenirse filozoflar bize en iyi yardım edecek kişilerdir. Kuçuradi, ahlaktan söz edilirken dile getirilmek isteneni şu şekilde tanımlar: “İnsanlar arası ilişkilerde kişilerin uymaları beklenen-talep edilen- davranışlardır. Yapılması- yapılmaması gereken ( izin verilen- verilmeyen; teşvik edilen- yasaklanan) davranışlardır. Başka bir deyişle, belirli bir toplulukta ya da genel olarak ‘iyi’ ya da ‘kötü’ sayılan davranışlardır. Bunlar, koşullar değiştiğinde işlevlerini ya da anlamlarını yitiren kurallardır- yani dile getirdikleri “gerek” anlamsız kalır.” Bu tanımdan yola çıkılırsa, ahlak; kimi zaman zorla öğretilen ya da uygulatılan, evrensel niteliklerden yoksun, belli bir toplulukta geçerli değere sahip, bir topluluktan diğerine bakıldığında tamamen tersi uygulanabilen; hatta aynı toplulukta zaman içinde teşvik edilenden yasaklanana dönüşebilen bir yapıya sahip. Çoğunlukla, en önemli etik değer olan insan hakları ile çelişen ahlak yargılarının kişilerin davranışlarını değerlendirme ölçütü olarak görülmesi Fransız filozof Hugh La Follette’in ” Türk kültürü gibi heterojen kültürleri içinde barındıran toplumlarda ahlaki yaptırımlar kime ve neye göre belirlenecek?” sorusunu da akla getiriyor. ‘Ahlak’ kapsamındaki bu yaptırımlar değişmiş koşullarda değer harcanmasına neden olmadıkları ve kişi haklarına, insan onuruna zarar vermedikleri sürece hepimizce hoş görülse de sinsi bir tehlikeyi de içinde barındırıyor.

Devlet, ahlak bekçiliğine soyunursa…

Toplumun bireylerine kazandırmak istediği davranışlar genellikle bir neslin ya da bir dönemin ‘iyi’ ya da ‘kötü’ dediği kalıplara göre belirlenir. Ancak; Hugh La Follete’nin dediği gibi birden çok ahlak anlayışının iç içe bulunduğu Türkiye gibi heterojen toplumlarda herkes, kendi ahlak anlayışının iyilerini ve kötülerini öğretmeye ya da sosyal ve kültürel yaptırım olarak sunmaya kalkarsa, sonuç şüphesiz toplumsal çatışma olur. Her konuda çıkabilecek bu çatışmayı engelleyen en büyük güç ise bu kez devletin ahlak bildirgeleri olan yasalardır. Her devlete, topluma göre değişiklik gösteren, ihtiyaçlara ve toplumun evrimine göre değiştirebilen yasalar, genel olduğu ve tüm toplumu kapsadığından dolayı mükemmel olmasa da bu tür irili ufaklı çatışmaları engellemek ve düzeni sağlamak amacıyla konulmuşlardır. Özgür ve demokratik olarak kabul edilen toplumlarda bugün yasalar mümkün olduğunca insan hakları gibi etik değerlere yaklaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu toplumlarda devlet, yasalarını mümkün mertebe “tarafsız ahlaki ilkeler” olarak dizayn eder. Özellikle, çoğul ahlak anlayışının olduğu toplumlarda, tüm bireylerin (yüzde yüz olmasa da) mutluluğu ve kendini özgürce ifade edebilmesi için gerekli genel uzlaşmanın anahtarı da devletin ve yasalarının tarafsızlığıdır. Tarafsız olmayı tercih eden yönetimlerde, iktidara kim gelirse gelsin yeni baştan ve kendi çıkarına göre toplumun genel ahlak kurallarını yeniden dizayn etmeye (ikincil ve gizli bir amacı yoksa) pek yeltenmez.

Peki neden bazı devletlerin başındaki iktidarlar ‘tarafsızlık’ ilkesini çöpe atmakla kalmayıp bir de toplumun ahlak bekçiliğine soyunur? Kimi zaman yasaları doğru ve tarafsız uygulamakla yükümlü iktidarların, söz konusu yasaları bırakın uygulamayı, tam tersi “ahlaki doğrularını” öne sürerek yok saydıklarına tanık oluyoruz. Çünkü; faşizm gibi totaliter bir rejim rüyası gören tüm iktidarlar bilir ki “ahlak” kavramı bu amaç için kullanılabilecek en güçlü silahtır. Bir toplumu, bastırmaya, tek tipleştirmeye, kendi çıkarına uygun olarak dönüştürmeye yönelen tüm iktidarların en büyük sopasıdır ahlak! Hele ki üstüne çağlar boyu toplumlar üzerinde en katı ve etkili ahlak bildirgesi olan din sosu eklendi mi tadından yenmez… Toplumu en zayıf ve kırılgan yerinden yakalamıştır artık. Eğer yaşadığınız yerde, iktidarın başındakiler her gün ahlak dersi veriyorsa, neyin iyi neyin kötü olduğunu, günde nasıl sevişip, nasıl şükredeceğinizi, hatta neye nasıl inanacağınızı söylüyorsa gözünüz aydın! Toplum olarak bataklığa ilk adımınızı attınız demektir.

Her şey kadını şekillendirmek ile başlar


Yakın tarihe bakıldığında, ahlak bekçiliğine soyunan totaliter rejimlerin ilk adımı “kadın” üzerinden atması rastlantısal değil. Toplumların ya da dinlerin, kendi içlerinde geliştirdiği genel ahlak kurallarını ilk uygulama alanı olan kadın; toplumu kendi çıkarına dönüştürmeye niyet etmiş bir iktidarın da ilk hedefidir. İtalya ‘da Mussolini faşizmi döneminde ilk icraat kadının, ahlaki dayatmalarla devlet eliyle hiyerarşide aşağı çekilmesi olmuş ve “Devletin güç ve kan hazinesini yaratanları öne geçirmek için, anne olan kadınlarla öbür kadınlar arasında bir hiyerarşi kurulmalıdır. Anne olmayan kadınların bu küstahlıklarına şiddetli yaptırımlar uygulamak gereklidir” denmiştir. Hitler’in Nazi Almanyası’na baktığımızda kadın için “Kinder- Küche-Kirche” (kadının görevi çocuk doğurmaktır; yeri de mutfak ve kilisedir) ahlaki dayatmasını görürüz. İran Devrimi sonrası kurulan İran İslam Devleti ya da herhangi bir totaliter yönetime bakın, istisnasız devletin ahlak sopası ilk kadına iner. Bugün kendi ülkeme baktığımda; yönetimin en üst kademesindekilerin, devletin ahlaki tarafsızlık ilkesini çiğnemekle kalmayıp “Kadın ve erkek eşit değildir”; “anneliği reddeden kadın yarım ya da eksiktir” ya da “kadın ahlaklı olsun, kürtaj yapmak zorunda kalmasın” gibi söylemlere imza attığını görüyoruz. Özellikle; bugüne dek hangi amaca hizmet ettiğini çözemediğim Diyanet İşleri Bakanlığı’nın, son yıllarda, çoğunluğu kadın üzerinden, her gün yeni bir ahlaki yargıyı devlet adına deklare etme görevi üstlendiğini artık biliyorum. Üstelik, söz konusu fetvalarından biri tepki çeker ise bunu yayan ve yayınlayan medya organlarını da “ahlaksız” ilan etme hakkına sahip. Örneğin; “buluğa ulaşmış kız çocukları evlenebilir.” açıklamasının ardından, gelen tepkiler üzerine, bu açıklamayı haber yapan yayın organlarına “ahlaksız” demiştir. Dikkat! Toplumu yeniden şekillendirme amacındaki totaliter iktidarın, kadın üzerinden göle attığı taşın dalgaları yayılarak yaşamın diğer alanlarına ulaştı bile…

Savaş iyidir; barış kötüdür!

İktidar; ‘tarafsız’ değil; tam tersine ahlak yargıları açısından bir ‘taraf’ olduğunu ilanı ettiği andan itibaren, devletin vatandaş üzerindeki tüm yaptırım yolları da ‘taraf’ olunan ahlaki yargılara uyanların ödüllendirilmesi, karşıtı davranış sergileyenlerin ise cezalandırılması üzerine işlemeye başlar. Kadın ile başlayıp, sanat, müzik, eğitim ya da sağlık her alanda iktidarın, genellikle tüm totaliter yönetimlerin ortak söylemi olan; “Milli Ahlak’ dayatmasına uygun olarak tanımladığı kuralların ve yaptırımların içine sıkışırsınız. İktidar, tüm kavramları bu “Milli Ahlak” çerçevesinde yeniden ve kendine göre tanımlamaya başlar. Artık birey olarak kendi değerlerinizin ya da bir olayı değerlendirme yollarınızın kısacası etik değerlerinizin zerre önemi yoktur. Yönetenler, her gün bunu sizin için yaptıklarını söyler ve size de uymak dışında bir yol bırakmazlar. Birey; içinde yaşadığı toplumdaki değişik ahlaki yargılara ve dayatmalara, bir başkasına zarar vermediği sürece, devletin yasalarının tarafsızlığına güvenerek karşı çıkabilir ya da uymayabilir. Ancak, devletin ahlak sopasıyla dayattıklarına direnmesi zordur. ‘İyi’ olarak değerlendirdiğiniz bir kavram ertesi gün ‘kötü’ olduğunda varlığınızı devam ettirebilmek adına susmayı ya da iyiye kötü demeyi seçersiniz. Yakın zamandan bir örnek verirsek; Afrin Harekatı’nın ilk başladığı günlerde Türk Tabipler Birliği’nin “Savaş, Halk Sağlığına Zararlıdır” açıklaması, iktidar tarafından çok sert bir tepki ile karşılandı. Bildirgeyi yayınlayan doktorlar bizzat iktidar tarafından “ahlaksız” olarak nitelendirildi. Daha sonra da gözaltına alındılar. Bu olayın ardından iktidar tarafından yapılan açıklamada, içinde bulunulan şartlardan ötürü açıklamanın “milli ahlaka uymadığı” söylendi. Birkaç cılız ses “savaş” kavramının ne zaman iyi, “barış” kavramının da neden kötü olduğunu sorgulayacak oldu da o sesler kısa sürede kesildi, duyulmaz oldu. Oysa, şu an geçerli olan yasalara göre bu açıklama, suç kapsamında değil; tam tersine düşünce özgürlüğü olarak değerlendiriliyordu. Ancak, bu olayda bir kez daha gördük ki, iktidarın sözü artık toplumun genelini kapsayan ve yazılı ahlak bildirgeleri olan yasanın da üstünde. Sonrasında; konu tüm medyada, tanımı iktidar tarafından belirlenen ‘milli ahlak’ çerçevesine göre değerlendirildi. İktidar bu olayda ahlak sopasını salladığında hepimiz mesajı aldık: Olayları ve kavramları düşünme ve onlara değer biçme görevi artık benimdir. Ben de bu olayda ,”savaşa destek vermek iyi; barıştan söz etmek kötüdür, ahlaksızlıktır” diyorum. Eğer, bunun tersini söylemeye kalkarsan sopamı yersin.

Ahlaksızlığı seçmek

Etik özgürlük, bir insan özelliği ve insanlaşmanın temel yoludur. Bir olayı ya da kavramı kişinin kendi değerlendirme sistemi ile yorumlaması, değer biçmesi ve ulaştığı sonuç doğrultusunda eylemde bulunmasıdır. Etik özgürlük, başka insanların onuruna ya da haklarına zarar vermediği sürece hiçbir ahlaki dayatma ile engellenemez. Bir toplumda var olan genel ahlak kuralları, insanı insan yapan bu değerlendirme yöntemi ile çatışmadığı sürece yaşamı kolaylaştırır ve uymakta da bir sakınca görülmez. Ancak, yöneten kantarın topuzunu kaçırdığında, neyin iyi neyin kötü olduğunu belirleyip, dayattığında ve karşı çıkılması halinde ‘ahlaksız’ diyerek sopasını gösterdiğinde bilsin ki ben sadece kendiyle hesaplaşarak yaşamak isteyenim. Sen, bana “ahlaksız” dersen; ben de sana böyle bir tabloda ahlaksızlığın seçimim olduğunu söylerim. Çünkü, varlığımın, davranışlarımın düşüncelerimin tüm sorumluluğu ve hakkı benimdir, ne başka bir insana ne de beni yönetene ait değildir. İnsan olmanın bilgisi bunu gerektirir. Bu durumda, sana bana sopanı sallamak yerine temel görevine geri dönme ve tarafsız olma çağrısında bulunurum. Çünkü tek görevin benim bu toplumda, kimseye zarar vermeden özgürce düşünme ve düşündüğüm gibi yaşama, düşündüklerimi ifade etme haklarımı korumak o kadar. Benim yerime iyiyi ve kötüyü değerlendirmek, karar vermek bir de üstüne zorla dayatmak senin işin değil. Unutma ki, insan olabilmenin ve insana yakışır yaşamanın yolu senin sopanın gölgesinde belirlenmiş ahlak genellemelerine uymaya zorlanarak siyaha beyaz, beyaza siyah demekten geçmez. Bir gün o sopa, daha ne olduğunu anlayamadan insan olma bilgisinin karşısında kırılır. İnsanlık tarihi böyle kırık sopaların hikayeleri ile doludur.

SS

Parkın Özgürlüğü

“Bir toplumda eğer çok sayıda insan ifade özgürlüğünü benimsiyor ve umursuyorsa, orada kanunlar yasaklasa bile ifade özgürlüğü var olur.”

1946 yılında George Orwell’ın basın ve ifade özgürlüğü üzerine The Tribune Gazetesine yazdığı ” Freedom of the Park” adlı makalenin çevirisidir. (Kaynak: Essays, Journalism & Letters Orwell, In Front Of Nose 1945- 1950)

Bundan birkaç hafta önce Hyde Park’ta bazı yayınları satan beş kişi, ulaşımı engelledikleri gerekçesiyle  polis tarafından tutuklandı. Mahkemeye çıkarıldıklarında, bu kişilerin dört tanesi 6 ay hapis cezası aldı ve tutuklandı, diğeri ise 40 şilin para cezası veya 1 ay hapis cezasını seçmek zorunda bırakıldı. Sanıyorum o biri de mahkumiyeti tercih etmiştir ve şu an hapistedir. Bu insanların sattıkları yayınların; Peace News, Forward and Freedom  ve benzeri adları vardı.  Peace News’in Anarşistlere ait bir yayın olduğunu biliyorum. Forward hakkında bir fikrim olmasa da hemen hepsinin sol kanata ait yayınlar olduğu belli. Bu beş kişiye hapis cezası veren hakim, kararında söz konusu yayınların içeriğinin etkili olmadığını, bu cezaların sadece yolu kapattıkları gerekçesiyle teknik nedenlerden dolayı verildiğini söyledi. Ancak bu kararda birkaç önemli noktaya dikkat çekmek isterim. Öncelikle yasa bu konuda ne diyor? Anlayabildiğim kadarıyla teknik olarak bir park girişini kapatmak ya da yollu engellemek bir suç oluştursa da tutuklama ancak polis bu konuda kişileri uyardığı halde yolun açılmaması halinde söz konusu olabiliyor. Yasaya bu açıdan bakıldığında, polisin canı istediğinde sokakta akşam haberlerini satan bir gazete satıcısını tutuklaması hukuken mümkün görünüyor. Ama tabii çoğunlukla böyle olmuyor, çünkü bu tamamen polisin kararına bağlı bir durum. Peki, hangi nedenler polisin bir adamı tutuklayıp diğerini görmezden gelme kararını belirler? Açıkcası, hakimin tavrına karşın, bu olayda polisin kararında siyasal görüşlerin etkisinin olmadığına inanmakta zorlanıyorum. Çünkü, sadece o gazeteleri satan kişilerin polis tarafından tutuklanmış olması bana gereğinden fazla rastlantısal geldi. Eğer polis, aynı yerde Truth, veya the Tablet, veya  the Spectator ve hatta the Church Times gazetelerini satan birilerini de tutuklamış olsaydı belki biraz daha inandırıcı gelebilirdi.

İngiliz polisi, jandarma ya da Gestapo değil, onlar kadar kötü olamaz ancak geçmişte sol kanat eylemlerine karşı hiç de dostça davranmadıklarını söylersem haksızlık etmiş olmam. Polisler genellikle özel mülkün korunmasına yönelik bir siyasi eğilim sergiliyorlar ve geçmişte bazı mitinglerde siyah tişörtlülerle ‘güvenliği sağlamak’ gerekçesiyle işbirliği yapmak gibi skandallara karıştıkları biliniyor. Tabii, bu işbirliğine sosyalistlerle ve komünistlerle gittikleri henüz görülmüş değil. Çünkü polis için bugüne dek “kızıl” ve “yasadışı” neredeyse eşanlamlı iki kavramdı. Bu nedenle, polis tarafından rahatsız edilen gazete satıcıları asla the Daily Telegraph’tan olmadı, her zaman The Daily Worker’dan oldu. Açıkçası, İşçi Partisi iktidara geldiğinde de aynı olacak gibi görünüyor. Bu konuda çok az şey duyduğum ve bilmek istediğim şu; bir hükümet değişikliği olduğu zaman  idari personelde ne tür bir değişiklik yapıldığı…Örneğin  Sosyalizm kavramını hukuksuzlukla, yasa dışı olmakla  eşanlamlı kabul eden bir polis memuru Sosyalist Parti iktidara geldiği zaman görevine devam eder mi? Bu soru bir devlet memuru devletine en iyi şeklide ve inançla hizmet edebilmek için politik eğilimlerinin kurbanı olmamalıdır” prensibini akla getirse de pratikte uygulanmıyor. Halen hiçbir hükümet kilit noktalarda “düşman” olarak gördüğü politik eğilime sahip memurları görevlendirmiyor ya da tercih etmiyor. Bu nedenden dolayı muhafazakarlar yönetime geldiklerinde bazı kilit pozisyonların herhangi bir sabotaja karşı özenle koruması gerektiği görüşüsavunuyor.

Gerçekten merak ediyorum  İşçi Partisi iktidara geldiği zaman Scothland Yard Özel Şube’ye ne olacak? Ya da Askeri İstihbarata veya konsoloslara? Personelde nasıl bir değişikliğe gidilecek? İşin gerçeği bizlere pek duyurulmasa da görülen şu ki herhangi bir hükümet değişikliğinde çok da geniş kapsamlı bir personel değişikliğine gidilmiyor. Örneğin; yıllardır aynı konsoloslar görev başında ya da BBC nin sansür kurulunu oluşturan kişiler hep aynı siyasi eğilimin rengini taşıyor ama sorulsa BBC şüphesiz “Bizler politik açıdan tarafsız ve tamamen siyasetten bağımsızız” diyecektir.

Öte yandan bu yazımın asıl konusu Hyde Park’ta gazete satıcılarına müdahale edilmiş olmasıdır. Gazete ve broşürlerin içeriklerinin ya da dağıtanların Pasifistler, Anarşistler, Komünistler, Yehova Şahitleri, Hitler’i İsa Mesih olarak görenler …  ya da başka bir görüşe sahip olmaları önemsiz ve ikincil bir durumdur. Bu olayda asıl önemli nokta, gazete satan beş kişinin tutuklanmış olmasıdır. Hyde Park’ın içinde basılı yayın satmaya izin verilmese de yıllardır park kapısının önünde gazete satıcılarının durması ya da 100 metre ilerideki açık hava toplantıları için çağrıda bulunmaları normal karşılanır. O alanda yıllardır her türlü yayın müdahale edilmeksizin satılır. Birçok defa orada Hint Milliyetçilerini, Troçkistleri, Katolikleri, Özgür Düşünürleri, Vejetaryanları, Mormonları ve daha sayısız farklı grubu dinledim. Ayrıca her defasında onları dinleyen kalabalıktan olumlu yönde geri dönüşler duydum. Hyde Park, yasal ya da yasadışı her türlü görüşü yürürken duyabileceğiniz çok özel bir alandır. Şu an dünyanın çok az ülkesinde böyle özgür alanlara rastlayabilirsiniz. Avrupa kıtasını iyi bilirim, Hitler’in gücü eline geçirmesinden önceki dönemler de dahil. Birçok ülkenin vatandaşı Hintli ve İrlandalı Milliyetçilerin Hyde Park’ın ortasında Britanya İmparatorluğu’nu kıyasıya eleştirmelerini duysalardı, afallarlardı.  Yine de bu ülkede basın özgürlüğünün derecesi biraz abartılıyor.  Teknik olarak devasa bir özgürlük olsa da medyanın birkaç grubun güdümüne girmiş olması (Büyük Britanya Sosyalist Partisi ve İşçi Partisi ile bağlantısı olmayan bazı Marksist Organizasyonlar gibi) devlet sansürü ile bir nevi aynı kapıya çıkıyor. Öte yandan ifade özgürlüğü halen var ve gerçek. Hyde Park’ta veya halka açık diğer alanlarda her şeyi söyleyebilirsiniz. En önemlisi de hiç kimse sizi gerçek düşüncelerinizi dile getirdiğiniz için bir pub içinde, bir otobüste ya da herhangi başka bir yerde korkutamaz.  

SS

Yepyeni Bir Anayasa Yapacağız!

Neredeyse beş yılda bir tekrarlanan ve harekete geçilen bu cümle üzerine bir hayalet olarak düşüncelerimi yeniden paylaşmaya karar verdim:

  • Yepyeni bir anayasa yapacağız.
  • Yepyeni bir anayasa yapamazsınız. Yepyeni bir anayasa yapmak anayasaya aykırı. Araba ya da cep telefonu modeli değil bu yenileyip durasınız. Bakın; “MADDE 4. – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”  Kim olursanız olun.
  • Hayır, yeni bir anayasa yapacağız. Bu anayasa “yerli ve milli” olacak. Yeni anayasanın Türkiye’ye çok şey katacağı açık. Bu hedeften kimse bizi vazgeçiremez.
  • Ben anlamıyorum. Şu anki anayasa “yerli ve milli” değil mi? Japon Anayasası mı kullanıyorduk biz? Anayasada “yerli ve milli” olmayan nedir? Laiklik kavramı mı? Evet, Fransızcadır. Demokrasi mi? Evet o da dēmokrateía δημοκρατεία Yunanca kökenli bir sözcük. Bunlar mı çıkacak anayasadan da o zaman yerli ve milli olacak? Hem sizler iktidara geldiğiniz günden itibaren defalarca anayasayla oynadınız. 22 yılda 12 kez anayasada değişiklik yaptınız. 177 maddelik anayasanın 30’u aynı maddelerde olmak üzere toplam 134 hükmünde değişiklik yaptınız. Halen nedir bu memnuniyetsizlik?
  • Yeni bir anayasa yapılacak ve muhalefet de nazlanmadan bunu onaylayacak. Ben böyle diyorum, bitti.
  • İyi de… Hani o ikide bir değiştirdiğiniz anayasayı üzerinde uyguladığınız yani sizlerin bir kez bile tek bir maddesine uymadığı zırt pırt değiştirdiğiniz şeyin asıl muhatabıyım. Ve size basit bir soru soruyorum: “Yeni bir anayasa” söylemi en başta anayasaya aykırı değil mi? Hoş, sizin şu an o koltukta oturuyor olmanız bile anayasaya aykırı. Hiç takmadığın bir anayasanın yepyenisini yapma konusuna neden bu kadar takıntılısınız?
  • Seni takan kim? Seni takmayalı çok oldu. Sen aslında yok hükmündesin.
  • Pardon! Haklısın aslında. Ben sadece bir hayaletim!

Alçakça işlenen fiillerden hiç mi hiç utanılmaması, yeni despotizmlerin tipik özelliğidir. Çok iyi yazılmış anayasalara sahip olma arzusu ve kanunların adil! bir biçimde uygulanması sayesinde ülkede istikrarın, güvenliğin ve adaletin sağlandığının ve sağlanacağının davul zurnayla ilan edilmesi de öyle. Kremlin’in örtük dili “hukukun diktatörlüğüne” atıfta bulunur. Pekin, “her şeyi kanuni bir çerçeveye oturttuğunu “ ve “ulusu kanunlara uygun yönettiğini” bağıra çağıra ilan eder ve “Her vatandaşın kanun önünde eşit olduğu”nu belirten bir anayasaya sahip olmakla övünür. Ne var ki işin gerçeği despotizm koşulları altında hukukun sadece hukuktan ibaret olmamasıdır. Bağımsız yargı yoktur. Despotik koşullar altında yürütülen siyaset, yukarıdan aşağı doğru sürekli darbe halini, temel anayasal kaidelerin ve hükümlerin düzenli olarak için boşaltılmasını, “yargıçların hakimiyeti” ni yok etmek için girişilen sonu gelmez bir kampanyayı anımsatır. Yargı sistemindeki atamaların, tenzili rütbenin, iş akdi fesihlerinin şaşırtıcı bir hale gelmesini ve kayırmacılık, rüşvet, mahkemelerin ve hukuk mesleğinin her taraftan sıkıştırılmasını, iktidardaki siyasi güce tabi kılınmasını sağlar.

Mahkemelerin iktidar sahibine bağımlı olması (Rusya da bu durum telefonnoe pravo yani telefon adaleti olarak bilinir). İktidardakilerin hoşuna gitmeyecek kararlar almaya meyilli yargıçların uzun süre koltuklarında oturamayacakları anlamına gelir. Diğer taraftan savunma makamı konuşurken hülyalara dalıp bir yandan da cep telefonlarını kontrol eden ve davaların sonuçlarını önceden belirleyen yargıçlar yerlerinde kalmayı başarır. (Sanki tanıdık geliyor… )

Yeni Despotların yasama organıyla da başı hiç hoş değildir. Onların parlamentoları, bütün temsilcilerin değil yalnızca iktidara yakın gayriresmi oturumlarda karar alan parlamentolardır. Kanun yapmak üzere bir araya gelmiş, tuttuğunu koparan, bağımsız kurumlar değildir.   ( Tanıdık geldi mi? Ülkenin birinde güya muhalif kesimin tutunacağı tek ve son dal olarak ortaya çıkan ve son genel seçimde ucube bir ittifak yapan ana muhalefet partisinin muhaliflerin oylarıyla Parlamentoya soktuğu mikron düzeyde partilerin Genel başkanlarının söylemlerine bakalım. Daha yeni anayasa taslağının neler içerdiğini ve aslında yeni bir anayasa yapmanın anayasaya aykırı olduğunu dile getirmeden “Yeni anayasa için destek vermeye hazırız ” mesajı verdiler. )

Despotizmler, yasama organlarını ve mahkemeleri içten tahrip eder. İşin aslı, tahrip edilmiş mahkemeler ve yasama organları da despotizmi besler. Bütün bu dinamik, despotizmlere, hedef tahtasına koydukları rakipleriyle hukuku hiçe sayarak uğraşma imkanı tanır. Masum insanların uyduruk suçlamalarla tutuklanmasına, hatalı yargılanmalarla  mahkum edilmesine sık rastlanır. Despotizmler ve onların hukuk sistemleri tarafından şehir eşkıyalarına getirilen ve bir anlam ifade eden kısıtlamalar yok denecek kadar azdır. Bu tiplerin bazıları ya hukukun çok üstündedir ya da yazılı ve herkesin bildiği kanunların elinden kaçar. Yasalar açık seçik yazılmış olabilir ama onlara nadiren uyulur. ( Ruslar, yasaların daha da katılaşmasının nedeni olarak onlara uyulmamasını gösterir.)

Görüntü aldatıcı da olsa despotizmler aslında örgütlü hukuksuzluk sistemleridir. “Hukukun üstünlüğü” hayalete dönüşmüştür. “Kanun devleti” tanımı artık daha uygundur.  

21. Yüzyıl yeni despotizmlerinin pek çoğu hukukun üstünlüğünü kabul eden geleneklerden muhtelif ölçülerde etkilenmişlerdir. Bu kavramı bir şekilde kendi leyhlerine kullanmaya meyillidirler. Nasıl mı? Yeni despotlar kanunlara tutunurlar ve kanunun güçlülerin zayıfları dövmek için kullandığı sopadan çok daha fazlası olduğuna tebasını ikna etmek için çok büyük çaba harcarlar. Vietnam da ya da Çin’de, şehirlerde, binalarda, kırsal kesimde duvarlara hükümet tarafından yapıştırılan afişler kanunlara özen göstermeleri, onları sebatla savunmaları ve hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu bir devlete itaat etmeleri konusunda tebaaya baskı yapar. Öte yandan, Çin’de son 20 yılda avukat sayısı yaklaşık 10 kat artmıştır. Ne kadar hoş değil mi? Bazı ülkelerde dev adalet sarayları yapılır. Yeni Despotizmler bu eğilimleri desteklemeye ve kullanmaya hevesli yapılardır.

Tüm bunlar olurken  bir yandan da Rusya’nın Ukrayna işgalini, Kamboçya nın ülkesini Çin mafyasına teslim etmesini, 2015 te Kürt nüfusun yoğunlukta olduğu Silopi de ağır silahlarla donanmış ordu birliklerinin ilan ettiği sokağa çıkma yasağını ve müdahaleleri, bu ülkelerdeki keyfi tutuklamaları ve diğer eylemleri bir  düşünün… Despotizmlerin kendi ülkelerinde hukuksuzluk bir mantar gibi biter.

Kısaca; yeni despotizmlerde yepyeni ve belki de mükemmel bir şekilde yazılmış anayasaları uygulatacak hiçbir etki mekanizması bulunmaz.  Tamamen bir kandıramaca diyebiliriz. Örnek verilecek olursa; Suudi Arabistan daki Şura Meclisi gibi ulusal yasama organları parlamentoları andırır ancak anayasada tarif edildiği şekliyle iktidar sahiplerini denetleme yetkisini tatbik etmeyi başaramaz. Çünkü, despotlar tanım gereği özellikle halkın alenen meydan okumasıyla karşılaştıklarında her zaman kanunların erişemeyeceği bir yerdedir. “Hukukun üstünlüğünü sıkı sıkıya koruyalım” ya da “ Hukukun üstünlüğü yoksa demokrasi sadece ve sadece yıkım getirir”  gibi resmi ağızlarca söylenen beylik laflar ( Hong Kong da 2014 yılında başlayan muhtelif ayaklanmalar sırasında bu cümleler sıklıkla sarf edilmiştir) sadece hikayeden ibarettir. Despotların yanında duranlar bu tür olayların sadece münferit olaylar olduğunu veya ülkenin işine burnunu sokan art niyetli yabancıların yersiz abartmaları olduğunu söyler genellikle. Güya muhalif kesimden de bol bol duyabilirsiniz bu cümleleri o ülkelerde. Aslında yeni despotik rejimler kendilerine hayalet hukukun üstünlüğünden önce hayalet bir muhalefet yaratma işine girişirler. Bunda da başarılı olduklarında sıra ikinci aşamaya gelir.

Sıradan insanlar bu tiyatroyu izlerken iyi kaleme alınmış kanunlar ile üzerlerine kanuni çerçeveye oturtulma söylemi boca edilmiş nesnel gerçeklikler arasındaki uyumsuzluğa nasıl anlam verebilir?

Kimilerine göre bu uyumsuzluk, despotizmlerin, paranın konuştuğu ve keyfi iktidarın hüküm sürdüğü, kanunlarla kamufle edilmiş geleceğe uzanan bir yolda gidildiğini teyit eder. Despotizm, hayatın her alanında devasa bir yolsuzluk makinesine benzetilir. Doğrudur da.

Gelinen noktada, en kuvvetli ihtimal şudur; kanuni çerçeveye oturtma ile hukuksuzluğun garip bir karışımından oluşan ve dayanıklılığını ispatlanmış bir yapı kurulmaya çalışılmaktadır. Üstelik, iktidar ve muhalefet el ele… İktidar sahibinin pek çok alanda keyfi biçimde gücünü kullanması, süslü sözlerle paketlenerek sunulur. Aynı zamanda, “yolsuzluğu” azaltmanın, devletin iktidarını yargı ve yasama organları üzerinden ve halkın hukuk sisteminin çeşitli parçalarına katılımı sayesinde dizginlemenin ne yüce faziletler olduğunu gerçek hayatta yaşananlar gösterir. Öte yandan bu yaşananlara naifçe değinmekle yetinen sözde muhalefet oldukça zararsız çıkışlarla güya görevini ifşa eder. Hukukun üstünlüğü ilkesi ile şekillenmiş, iktidarın paylaşılmasını esas alan, nezaretçi demokrasiye tartışmasız bir alternatif vazifesi gören bu HAYALET hukukun üstünlüğü ( artık adını koyalım) tıpkı muhalafet gibi aslında sadece bir kurgu olduğu düşüncesini güçlendirir.

Daha yakından bakıldığında bu durum  özellikle iktidara aç despotların kamuoyunun gözü önünde kendi hukuk kuralları tarafından şekillendirilmiş hukuki mantık yürütme ve tartışmalara gömüldükleri o anlarda çok net görülebilir. Hayaleti çıplak gözle görebilirsiniz!

Ve eminim bu yazı için John Keane’in Yeni Despotizm adlı kitabından alıntıladığım kimi cümleler sadece ve sadece Kremlin ve Pekin için yazılmıştır!

SS

Bizi Gardiyandan Kim Koruyacak?

Quis custodiet ipsos custodes?

Britanya Parlamentosu 1643 yılında basını düzenleyip tahakküm altına alacak bir kararname yayınladı. Kararname, Krallık, kilise ve diğer daha önceki sansürcüler tarafından uygulanan kitap basımı öncesi sansür uygulamasının benzerini yeniden hayata geçiren 1643 tarihli Lisans Yasası’ydı. Bu gelişme üzerine İngiliz Şair John Milton, 1644 yılında Parlametonun kararına tepki olarak bir konuşma kaleme aldı. Aeropagitica olarak bilinen konuşmada; basın özgürlüğü kavramı etik bir zorunluluk olarak ilk kez vurgulandı. Devlet sansürü “Tanrının insanlara verdiği akıl adına…  “ eleştirilirken; kitapların ve basının ruhsata ve sansüre bağlı olmasını buyuran hükümet kararı “Tanrı aşkı ile özgür ve bilgili ruhun…”  var olmasını engellemekle suçlandı. Konuşmasında; basın üzerine konan yasakların ve sansürün etkisiz olduğunu da belirten Milton, hükümeti “çiftlik kapısını kapayarak kargaların icabına bakacağını uman babayiğite…” benzetti.

Basın özgürlüğü aynı zamanda ifade özgürlüğü adına ilk adımı atan Milton,  özellikle basın özgürlüğü kavramını günümüze kıyasla oldukça alçakgönüllü bir biçimde tanımlamıştı. O, yalnızca bir görüşü yayınlamak, bir kitabı özgürce basıp entelektüel piyasaya sunabilmek istiyordu. Ancak günümüzde basın özgürlüğü bundan çok daha geniş bir anlama sahip; araştırma, bilgiyi, hakikati arama, kaynaklara ulaşma, seçilmişlere seçenler adına hesap sorma, tüm bu bilgileri yayınlama ve yayma, en önemlisi de Antik Roma’dan bize kalan “Quis custodiet ipsos custodes?” (bizi gardiyandan kim koruyacak?)  sorusunun yanıtı olma görevine… Bu sorudaki Gardiyan (koruyucu) kavramı zamana, mekana, duruma ve hatta toplumlara göre değişebilir; yasa koyucu, uygulayıcı, hükmedici, yönetici… Ancak özgür basının görevi her yerde ve her zaman aynıdır. Bir düşünün; gizlilik, dünyanın her yerinde her tip hükümetin en büyük silahı iken bu silah kime karşı kullanılır?  Peki, bu gardiyanları denetleyecek, sırlarını gün ışığına çıkaracak olan kimdir? Ya da hükümetlerin kendileri yolsuzluğa, hukuksuzluğa yönelince ve görev araçlarını o yolsuzlukları, hukuksuzlukları gizlemek için kullanmaya başladığında hakikat nereden ve kimden öğrenilir?

Bu anlamda; basının gücü dünyanın hiçbir yerinde değişmez, değişemez. Yönetim biçimleri, toplumsal yaklaşımlar ve zaman farklı olsa da sırf bu sebeplerden dolayı dünyanın her yerinde hükümetler gazetecilere bedel ödetirler. Örneğin; 1922-1925  yılları arasında İtalya’da Mussolini’nin faşist hükümeti anayasal demokrasiden diktatörlüğe kayarken en ağır bedeli ödeyenlerden biri Corriere della Serra Gazetesidir.  Ya da Japonya’da 1934’de Asahi Şimbuni  (Gazeteciler bir ağaca bağlanıp taşlanmışlardır) olayında olduğu gibi gardiyanın ilk hedefi her zaman özgür basının gücüdür. Gazetelerin ve diğer basın organlarının kurban ya da gazetecilerin birer hedef olarak görüldüğü sayısız örnek geçmişten bugüne dünyanın her yerinde ve de ülkemizde sıralanabilir. Ortak doğru; tüm bu olanların “basın özgürlüğü” kavramı ile özdeşleşmiş olmasıdır. Gardiyanın olduğu her yerde özgür basının gücü korkutucu, çıkarlar ise tezattır. Bu gerçek zamana göre değişmez. Gardiyanların kullandığı en etkili silah olan sansür ise gazeteciliğin bu bağlamda onur nişanıdır. Farklı toplumsal yapılar, gelişimler, ideolojiler vb. nedenlerle Batı’daki anlamıyla özgür basın her yerde aynı kabulü görmez. Kültürel, yönetimsel vb. farklar nedeniyle Batının çoğulcu yaklaşımı ve ifade özgürlüğü kavramları toplumdan topluma değişkenlik hatta daralma gösterebilir. Bu farklılığı aklamak için genelde basın ve ifade özgürlüğü kavramlarının pratikte uygulamasında  Batı uygarlığının “çifte standart uyguladığı ya da ikiyüzlü olduğu olduğu” söylemi yaygındır. Evet, dünyanın her yerinde Batı da dahil gazeteciliğin ticari ya da ideolojik nedenlerle amacından saptığı “sürü gazeteciliği” ya da “Uzlaşmacı gazetecilik”  sergilediği örneklere rastlanır. Ya da ticari kaygıların etik kaygıların önüne geçtiği durumlar Batıda da gözlemlenebilir.  Hükümetlerin basına ve basının gücüne yaklaşımı da farklılık gösterebilir. Batı dünyası kavramsal olarak “yüzde 100 özgür basın” skalasının içinde yer alsa da Wikileaks kurucusu Julian Assange gibi örnekler kimilerinin bu durumu ‘riyakarlık, sahtecilik’  olarak yorumlamasına neden olabilir. Bu bakış açısının yanlış olduğunu düşünüyorum. Bugün Batılı gazeteciler arasında etik değerler ve bakış açıları konusunda oldukça geniş bir görüş birliği vardır. ( Milton’dan bu yana…) Batı medyası, basın özgürlüğüne gerçekten inanır ve temelini buna dayandırır. Bu da pratikte ifade özgürlüğü, insan hakları ve diğer haklara değer verilmesi, bu hakların vazgeçilmezliği, medya ve toplum olarak bu kavramların içselleştirilmesi ve yaşama dahil edilmesi sonucuna ulaştırır. Ocak 2015’te  Fransa’daki hiciv dergisi Charlie Hebdo Olayı sonrasında gerek Fransız basınının gerek hükümetin ve halkın verdiği tepkinin söylediğime iyi bir örnek olduğu fikrindeyim.  Sonuç olarak; her nerede olursa olsun özgür basın bir bütün olarak diktatörlerden, totaliter yönetimlerden, dogmacılıktan, askeri rejimlerden vb.. hoşlanmaz.  Ancak hükümetler yani gardiyanlar da her nerede olursa olsun özgür basınla çıkarları çatıştığından dolayı Julian Assange (Wikileaks) olayında olduğu gibi tepkiler verebilir. Bu durum, riyakarlık, sahtecilik değil; beklenen doğal bir durum, oyunun kuralıdır.  Burada önemli olan hükümetlerin değil; medyanın ve toplumun göstereceği reflekstir. Böyle bir durumda medya ve toplum, ilkelerinden şu ya da bu nedenle taviz veriyorsa, orada sorun var demektir. Halk, bilme hakkına; basın, hakikate ulaşma, ifade etme ve yayma hakkına; bireyler, düşüncelerini özgürce ifade edebilme, seçilmişi sorgulayabilme ve seçen olarak hesap sorabilme gibi bireylerin kişilik hakkına sahip çıkmak zorundadır. Bu tür konularda en ufak bir taviz verilmemeli ya da bireylerin ve basının bu ödevleri siyasetçilere ya da başka bir gruba devredilmemelidir. Eğer bir toplumda medya ve bireyler hükmedenin hükmetme hakkını öncelikli görüyor ve olumluyor, geri kalan için yeterli refleksi göstermiyorsa bırakın özgürlüğünü orada gerçek anlamda bir basın ve hatta birey olamaz. Dengeler bir kez bozulup bireylerin ve onların sesi olan özgür basının gücü sıfırlandığında, ipler tamamen hükmedenin eline geçer. O durumda görünürde her sabah okuduğun bir gazeten, izlediğin program ya da duyduğun haberler olsa da gerçekte yoklardır. Bu duruma en iyi örnek SSCB dönemi, Pravda ve Sovyet halklarıdır. Gerek varoluş nedeni gerek biçimi açısından Pravda (ironik biçimde Hakikat anlamına geliyor Rusçada) bir gazete değildi. O dönem Rusya’da aslında Batılı anlamda basın ve hakikatler de ortada yoktu. Toplumsal, ideolojik kodlar nedeniyle bu iluzyon bir asır kadar görmezden gelindi, kabullenildi. Bedeli ise çok ağır ödendi. Pravda örneğinin sadece o zamana, ideolojiye ya da coğrafyaya özgü bir durum olduğunu, tekrarlanmayacağını düşünmek ise safdillik olur.

Tüm bunları yazma nedenim; ülkemde yasalaşan “Dezenformasyon  Yasası” diğer tanımıyla  “Sansür Yasası” dır. Dezenformasyon Yasası, dezenformasyonu yeni bir suç olarak tanımlarken basın özgürlüğünü ve ifade özgürlüğünü resmi olarak neredeyse sıfırlayan; özellikle gazetecileri ve sosyal medya kullanıcılarını tümünü ilgilendiren önemli değişiklikleri kapsıyor. “Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun adı altında 40 maddeden oluşan yasanın özellikle 29. Maddesi oldukça sıkıntılı.  29’uncu maddeye göre “halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla kamu barışını bozma” gibi gerekçelerle “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayan” kişiler bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılabilecek. Failin, suçu kimliğini gizleyerek ya da bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlemesi halinde ceza yarı oranında artırılacak. Burada, içeriğin kime göre neye göre suç unsuru sayılacağı belirsiz iken hükmedenin hoşuna gitmeyecek düşüncenin ve düşünceyi yazılı olarak ifade etmenin bedelinin ağır cezalık olacağı mesajı gayet açık. Ayrıca, resmi olarak gazeteci olmanın belgesi olan sarı basın kartının verilmesi ile ilgili yeni düzenlemeler devreye sokulacak. Yani, kimin gazeteci olacağına hükümet karar verecek ve tabii ne yazılacağına da. Sözün kısası; Dezenformasyon Yasası ile gerek yazılı ya da görsel basın gerek sosyal medyaya “ifade özgürlüğü” ve “basın özgürlüğü” hiçe sayılarak hükümet tarafından ağır bir sansür ve cezai yaptırım uygulanabilecek.

Bu yasa ile ilgili haftalardır yapılan konuşmalarda dikkatimi çeken ise şu; Medyada, bu yasa alt sıralarda neredeyse önemsiz bir haber olarak ele alınırken kimi yerlerde bu yasanın çok fazla işlerliği olamayacağı mesajı veriliyor. Çağımızda, iletişim ağlarının bir yüzyıl önceye göre çok gelişmiş olduğu, bilginin eskisi gibi kolayca saklanamayacağı, yeni bir Pravda‘nın yaratılmasının zamansal olarak imkansız olduğu gibi görüşler üstü kapalı olarak vurgulanıyor. Hatta, bu yasanın ve sansür uygulamasının şaşırılacak, endişeye kapılacak bir durum değil, hükümetin doğasına uygun bir gelişme ve önümüzdeki seçime yönelik siyasi bir hamle olduğu yönünde verilen demeçler de var. Bu görüşleri sıralarken; hükümetle uzun süredir “uzlaşmacı gazeteci” olarak ilerleyen ve kendisine “gazeteci” denilen ama Pravda çalışanlarının yerel versiyonlarını baz almadığımı özellikle belirtmek isterim. Tam tersine, yukarıdaki yorumlar kendilerini muhalif olarak tanımlayan kesimin yaklaşımına örnektir. İşte beni asıl endişeye sürükleyen de Sansür Yasasını “seçim öncesi gitmekte olan bir iktidarın son hamlesi” ; “bilgi yayılmaya devam eder o kadar telaşa kapılacak bir durum yok” ya da “ bu yasaya bu kadar tepki vermek naif ama cahilce…” yaklaşımı sergileyen bu kitledir. Çünkü, bu söylem tarzı ve yaklaşım asıl meseleyi bilinçli ya da farkında olmadan göz ardı ederek normalleştirmektedir. Asıl mesele ilkeseldir ve bu kadar kolay kabullenilmemelidir. Bunları söyleyenlere sormak isterim; 1644 yılında John Milton,  İngiliz Parlamentosu’nda “özgür basın” üzerine yaptığı konuşmayla kendini boşu boşuna mı yormuştu? Bir kenara çekilip Kralın veya parlamentonun değişmesini beklemeli ya da “insanlar bir süre din, vatan vb… yasaklı konular üzerinde yazmasınlar canım, zaten çiftlik kapısını kapayarak kargaların icabına bakılamaz. Geçmişte Lisans Yasası ndan daha beterleri oldu, bu da geçici…” mi demeliydi? Evet, bu yasaya verilecek tepki, ilkesel bir meseledir. Başta basının ve meslek örgütlerinin ardından kendini birey olarak tanımlayan herkesin vereceği ya da şu ya da bu mazeretlerle “şimdi” vermeyeceği tepki de toplumun hangi yöne evrileceğinin somut bir göstergesi niteliğindedir, iyi okumalar.

Bu yazı 2022 tarihinde yazılmıştır)

SS

1 2 3