Ay: Haziran 2025

Yaşam Uzlaşma Gerektirmez mi?

Ahlaki prensiplerde uzlaşma olmaz

Bir uzlaşma; karşılıklı tavizler verilmesi yoluyla birbiri ile çatışan taleplerin birbirlerine uygun hale getirilmesidir. Bu, bir uzlaşmada yer alan her iki tarafın geçerli bir talebi olduğu ve bir diğerine verecek bir değere sahip olduğu anlamına gelir. Ve bu, her iki tarafın, anlaşmalarına bir dayanak oluşturan temel bir prensip üzerinde hemfikir oldukları anlamına gelir.

Kişi, ancak somut veya spesifik durumlarda, karşılıklı olarak kabul edilen bir temel prensibe uyarak uzlaşabilir. Örneğin, kişi bir satıcıyla, onun bir mal için istediği fiyat üzerinde pazarlık yapabilir ve satıcının talebi ile kendi teklifi arasındaki bir miktarda anlaşır. Burada karşılıklı olarak kabul edilen temel prensip, ticaret prensibidir, yani: Satın alanın satıcıya ürünü karşılığında para ödemesidir. Fakat kişi kendisine ödeme yapılmasını isterken, alıcı bu kişinin malını para ödemeden almak isterse,  hiçbir uzlaşma, anlaşma, tartışma mümkün olmaz; bu durumda, birinin diğerine teslimiyeti söz konusudur.

Bir malın malikiyle bir hırsız arasında hiçbir uzlaşma olamaz; kişinin hırsıza gümüş takımdan bir çay kaşığı teklif etmesi bir uzlaşma değil, tam teslimiyet olacaktır; hırsızın kişinin malı üstünde hakkı olduğunu tanımak olacaktır. Hırsız, bunun karşılığında hangi değeri ve tavizi sunmuştur?  Ve tek taraflı tavizler, iki tarafın ilişkisinde temel olarak alındığında, hırsızın geri kalan her şeyi alması sadece bir zaman meselesi olacaktır.

Özgürlük ve hükümet kontrolleri arasında hiçbir zaman bir uzlaşma olmaz; “sadece birkaç kontrolü” kabul  etmek, vazgeçilmez bireysel hakları teslim etmektir ve onun yerine hükümetin sınırsız, keyfi gücünü koymaktır, böylece kişinin kendisini aşama aşama köleliğe teslim etmesidir.

Temel prensipler ve temel konular üzerinde uzlaşma olamaz. Yaşam ve ölüm arasındaki “uzlaşmadan” ne anlarsınız? Veya doğru ve yanlış arasındaki? Ya da akıl ve akıl dışılık arasındaki?

Ancak bugün insanların “uzlaşmadan” bahsederken kast ettikleri şey, karşılıklı meşru bir taviz ve alışveriş değil, fakat kesinlikle kişinin kendi prensiplerine ihanet etmesidir; herhangi bir tek taraflı, gerekçesiz, akıldışı talebe teslim olmasıdır. Bu doktrinin temelinde, bir arzu veya kaprisin indirgenemez bir ahlaki temel fikir olduğunu, her kişinin canının istediği arzuyu elde etmeye hakkı olduğunu, tüm arzuların eşit ahlaki geçerliliğe sahip olduğunu ve insanların bir arada yaşayabilmesinin tek yolunun her şeye teslim olmak ve herkesle “uzlaşmak”  olduğunu savunan etik sübjektivizim bulunmaktadır. Böyle bir doktrinden kimin faydalananın kim olacağını ve bundan kimin zarar göreceğini anlamak zor değildir.

Bir doktrinin ahlaksızlığı –ve “uzlaşma” teriminin bugünkü genel kullanımda bir ahlaki ihanet anlamına gelmesinin nedeni- onun, etik sübjektivizmi insan ilişkilerindeki her türlü prensibin üstündeki temel prensip olarak kabul etmeye ve her şeyi bir başkasının kaprislerine karşılık bir taviz olarak feda etmeye insanları zorlaması gerçeğinde yatmaktadır.

“Yaşam uzlaşma gerektirmez mi?”  sorusu genellikle, temel bir prensiple bir somut, spesifik kaprisi birbirinden ayıramayanlar tarafından sorulmaktadır. Kişinin istediğinden daha küçük bir işi kabul etmesi bir “uzlaşma”  değildir. Kişinin yapmak için işe alındığı işi nasıl yapacağı konusunda işvereninden emirler alması bir “uzlaşma”  değildir.

Bütünlük, kişinin sübjektif kaprislere sadakatinden oluşmaz, fakat akılcı prensiplere sadakatten oluşur. Kelimenin kişiliksiz anlamında “uzlaşma” kişinin rahatının bozulması değildir, fakat inandığı şeylerin bozulmasıdır. Bir “uzlaşma”, kişinin sevmediği bir şeyi yapması değil fakat kötü olduğunu bildiği bir şeyi yapmasıdır. Bir kişinin müzikten hoşlanmadığı halde bir konsere giden eşine refakat etmesi bir  “uzlaşma” değildir, sosyal uyum uğruna, güya dini vecibeler uğruna veya görgüsüz hısımlarına karşı cömertlik uğruna eşinin akıldışı taleplerine teslim olması ise bir “uzlaşmadır.”  Kişinin görüşlerini paylaşmadığı bir işveren için çalışması bir “uzlaşma” değildir; onun fikirlerini paylaşıyormuş gibi yapmak bir “uzlaşmadır.” 

Tüm bu örneklerle öne sürülen gerekçe “uzlaşmanın”   sadece geçici olduğu ve kişini bütünlüğünü gelecekteki bir tarihte tekrar geri alacağıdır. Fakat kişi, eşinin akıl dışılığına teslim olarak ve bu akıl dışılığın büyümesini cesaretlendirerek düzeltemez. Kişi muhalif fikirlerin gelişmesine yardım ederek kendi fikirlerinin zaferini sağlayamaz!! Kişi, işe yaramaz şeyler yazarak edindiği bir hayranına bir edebi başyapıt sunamaz.  Eğer kişi başlangıçta kendi kanaatlerine sadık kalmazsa –kişinin mücadele etmek için cesaretinin olmadığı kötülüğün gücünü artırmaya yardım eden- ihanetler silsilesi  bunu daha sonraki bir tarihte kolaylaştırmaz, sadece imkansız hale getirir.

Ahlaki prensipler üzerinde bir uzlaşma olamaz.  “Gıda ve zehir arasındaki bir uzlaşmada, sadece ölüm kazanabilir. İyi ve kötü arasındaki bir uzlaşmadan faydalanacak sadece kötüdür. “Yaşam uzlaşma gerektirmez mi?”   diye bir dahaki soruşunuzda bu soruyu gerçek anlamına çevirin: Yaşam; doğru ve iyi olanın yanlış ve kötü olana teslim olmasını gerektirmez mi? Yanıt; yaşamın bunu kesin olarak yasakladığıdır – eğer kişi adım adım kendini yok eden işkence dolu yıllar geçirmek istemiyorsa.

Ayn Rand

Bir Kanser Hastasının Son Günleri

Son aylarda  ‘göçmen’, ‘mülteci’ ya da ‘misafir’ olarak farklı şekillerde tanımlansa da kontrolden çıkmış olduğunda, sorumlular hariç herkesin hemfikir olduğu ülkemize yönelik göç dalgasının çağrıştırdığı bir anımı anlatmak istiyorum. Çünkü durum aynen bu;

Ortaokul yıllarımdı. Annem, babam ve kardeşimle birlikte küçük bir sahil kasabasının en güzel apartmanlarından birinde kiracı olarak oturuyorduk.  Maddi durumumuz gayet iyi olsa da babam, şimdi anlatacağım olaya dek, ev sahibi olmaya ya da herhangi bir taşınmaz mülk edinmeye karşı bir yaşam görüşüne sahipti. Ona göre, paran olduğu sürece tüm evler senindi ve bir ev satın almak da anlamsızdı. Her neyse, bir gün yaşadığımız dairenin sahibinden bir haber geldi. Ev sahibi, Adapazarı’nda yaşayan dul bir kadındı. Eşini, bizim yaşadığımız dairede kaybettikten sonra acısına dayanamayıp doğduğu yere Adapazarı’na dönmüş, evini de bize kiralamıştı. Gelen haberle, zavallı kadının kansere yakalandığını ve son günlerini yaşadığını öğrendik. Bizimle bağlantı kurmasının nedeni ise son arzusunun eşinin vefat ettiği yerde (yani bizim evde)  ölmek olmasıydı. Bu haber üzerine annemle babam kara kara düşünmeye başladılar. Ev sahibinin hukuksal olarak böyle bir hakkı yoktu. Hayır dersek hayırdı.  Zaten, ev sahibinin“ evden çıkın” diye bir talebi de yoktu. Kadıncağız sadece bizim o sıralar yaşadığımız dairede ölmek istiyordu.  Annem ve babam mantıklı gelmese de duygusal olarak içlerine sinmediği için teklifi kabul ettiler. Plana göre, oldukça geniş olan evin salonu ve bir tuvaleti kadına ayrılacak, diğer kısmında ise biz yaşayacaktık. Haber verildi; hasta ev sahibi yanında refakatçisi de düşünülerek davet edildi.

Geldikleri o günü hiç unutamıyorum. Apartman kapısının önünde en az iki minibüs ve römorklu traktör gördüm. Kalabalık bir insan grubu apartmana girip çıkıyor, traktörün arkasından kavun, karpuz ve çuvallarla bir takım eşyaları taşıyorlardı. Hepsi de bizim eve gelmişti. Meğer, ev sahibimiz Adapazarı’nın en zenginlerinden biriymiş, tabii tüm mirasçıları da onu son günlerinde yalnız bırakmak istemedikleri için toplanıp gelmişler. Bir anda evimizin içindeki nüfus en az 30 kişi belki de daha fazla oldu. Biz ise afallamış şekilde gelenlere bakıyorduk. Sadece salonu değil tüm evi kaplayan bu kalabalığın hepsi de görünen o ki kalıcıydı. Ev adeta bir arı kovanına dönmüştü. 24 saat açık sokak kapısından kimin girip kimin çıktığı, evde kaç kişinin kaldığı, hangi odaları kullanıp kullanmadıkları… Her şey daha ilk günden kontrolden çıkmış görünüyordu. Öyle ki; artık hiç kapanmayan kapımızdan, hasta kadını veya bizi hiç tanımayan biri girse, günlerce evde yaşasa kimse fark edemeyecekti; belki de olmuştur. Bu vaziyette bir hafta geçirdik. Ancak, gelenler, bir süre sonra bizi fazlalık gibi görüp rahatsız olmaya ve bunu hissettirmeye başladılar. Ben çok kötü oldum ve sıkıntından hayatımda ilk kez kurdeşen (ürtiker) döktüm. Durduk yerde yüzüm ve vücudum kızarıyor, kabarıyor, kaşınıyor sonra geçiyor, ancak bir süre sonra tekrar başlıyordu.  Annem babam verdikleri duygusal ama mantık dışı kararın yanlışlığından afallamış halde, gelenler arasında kalabalığı azaltmak gerektiğini söyleyecek bir muhatap arıyorlardı. Ancak, her gelen ‘misafir’ olduğundan böyle bir muhatap bulunamıyordu. Bu vaziyette 3 ya da 4 gün daha geçti.  Evde gerilim giderek tırmanıyordu.  Artık kanser hastası kadının son günlerini yaşaması ya da son arzusu olması bizim için hiçbir şey ifade etmemeye başladı. Üstelik kara kara bu belirsiz “son günlerin” ne kadar sürebileceğini düşünmeye başladık. Bir gün, bir hafta, bir yıl….?  Annem ve babamdaki hümanist yaklaşım da rafa kalktı, bize “gaddar” derler; vicdanen rahatsız oluruz… hikaye oldu.  Kendi evimizde yaşadığımız kaos ve gerilim tüm bunların üzerine çıkmıştı.  Üstelik, geçen zaman boyunca evdeki kalabalık hiç azalmıyor; tam tersine her gün yeni yüzler ekleniyordu.

Kalabalığın sadece bize değil apartmana da rahatsızlık vermesinden dolayı hiç hesap edilmemiş bir mahcubiyeti de yine biz yaşıyorduk. Karşı tarafta ise en ufak bir rahatsızlık hissi yoktu. En sonunda bir akşam beklenen oldu. Annem, mutfakta yemek hazırlarken gelenlerden biri “Çekil de biz işimizi yapalım” diye çıkışınca barut fıçısının fitili ateşlendi. Babamı hiç öyle görmemiştim. Adamcağız delirmiş, bir kanepenin üzerine çıkmış zıplıyor; bir yandan da “Derhal evi boşaltın, biz böyle anlaşmamıştık. Boşaltmazsanız polis çağıracağım hasta dahil herkes gidecek, hepiniz… ” diye bağırıyordu Gelenlerden birkaç kişi babamı ikna etmeye çalışıyor; ” kusura bakmayın herkesi yarın gönderelim sadece hasta ve biz kalsak?” diyordu ama babam ikna olmuyordu. Ertesi sabah, bir kanser hastasının son günleri, son arzusu, hümanizm, merhamet falan dinlemeyip kapıyı gösterdik. Herkes minibüslerine binip, traktörlerine eşyalarını yükleyip gittiğinde ise sokak kapımız haftalar sonra ilk kez kapandı. Hatırlıyorum da bana o görüntü huzur ve güven verici gelmişti. Daha sonra babama o akşam neden kanepenin üzerinde zıpladığını sorduğumda (çünkü oldukça komik bulmuştum) , bana “ eğer zıplamasaydım, karşıma bir muhatap alıp bağırsaydım kavga çıkabilir; olay büyüyerek çok tatsızlaşırdı”  demişti. Bu olayın tek olumlu tarafı ise babamın o günden sonra “ev sahibi” olmaya sıcak bakması, kısa bir süre sonra da kendi evimizi satın alıp taşınmamız oldu. Zavallı eski ev sahibinin ise bizden ayrıldıktan birkaç hafta sonra vefat ettiğini öğrendik.

İşte; yıllardır yaşadığımız ve dev bir tsunamiyi andıran kaçak ya da yasal göçmen akınının bugün ülkede yarattığı tablo o zamanlar bizim düştüğümüz durumu andırıyor. Ancak bazı farklar mevcut. Benim yaşadığım olayda annem ve babam bu kararı hiçbir karşılık beklemeden; tamamen duygusal nedenlerden ötürü almışlardı.  Oysa hükümet, ilk başlarda sadece Suriye’yi kapsadığını belirttiği  “açık kapı politikası” nı bazı çıkarları doğrultusunda çeşitli anlaşmalara dayanarak 2011 yılında uygulamaya soktu.  Bugün ise uygulanan politika tüm Doğu sınırlarımızı ve neredeyse herkesi kapsıyor. Suriye ve Afganistan veya ülkesinde herhangi bir savaş ya da sıkıntı olmayan Pakistan, İran, Tacikistan, Nijerya gibi ülkelerden de her gün sınırsız sayıda göçmen çoğunluk kaçak olarak kitleler halinde ülkeye giriyor. Özellikle Doğu sınırı, adeta bizim evin kapısına dönmüş durumda. Tamamen açık ve hiçbir denetim mekanizmasının olmadığı sınırlardan kimin girip kimin çıktığı ise belirsiz. Bugün devlet yetkilileri; sınırlar ve göçmenlerle ilgili hiçbir net bilgi veremiyor ya da vermek istemiyor. Ülkedeki göçmen sayısı sorulduğunda ya cevap vermiyorlar ya da soranı ırkçılıkla itham ederek “Onlar bizim din kardeşlerimiz, biz de bir zamanlar Orta Asya’dan göçtük” şeklinde anlamsız açıklamalarda bulunuyorlar.

Belki de gerçekten ülkede bulunan kaçak ya da kayıtlı göçmen sayısı kimse tarafından bilinmiyor. Gelenleri “misafir” olarak adlandırmayı tercih etseler de ne zaman evlerine dönenecekleri ya da dönüp dönmeyecekleri belli olmadığından bu tanım yaşanan durumu doğru karşılamıyor. Hükümet yetkilileri “Onları Göndermeyeceğiz” seklinde açıklamalar yaparken yıllardır süren ve sayısı belli olmayan bu insan akınının tüm yükünü halk cebinden ödüyor. Ayrıca uygulanan politika sonucu yaşanılan sürekli insan akını ne akla, mantığa ne uluslararası hukuk kurallarına ne de bu ülkenin anayasasının ilgili maddelerine uymuyor. Hatta, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin bu konuyla ilgili maddelerine bile aykırı bir gidişatta ilerliyor. Üstelik hükümetin “göçmen” kozunu iç ve dış siyasette sıklıkla kullandığına da tanık oluyoruz. Tüm bu yaşananlar hükümetin böyle bir duruma izin vermesinin altında henüz bilmediğimiz, farkına varamadığımız başka sebeplerin de mevcut olduğu düşüncesini akla getiriyor. Ancak hangi sebeplerle olursa olsun kontrolsüz insan göçü sonucunda yaratılan gerilimi toplum daha fazla taşıyamayacak gibi görünüyor. Göçmen akınının ve sonucunda toplumda artan gerilimin kasıtlı olarak yaratıldığı görüşü ise her geçen gün güçleniyor. Çoğunluğun bu konudaki ortak fikri; belki çok basit bir nedenden dolayı bir gün birilerinin düğmeye basacağı ve bardağın taşacağı yönünde.   Korkarım olası bir taşma, bizler için şu an yaşanılanlardan çok daha olumsuz sonuçlara mal olacak. Daha katı ve sert bir OHAL yönetimi, toplumsal yaşamın geriye doğru yeniden dizaynı belki de önümüzdeki seçimlerin iptali gibi öngöremediğimiz ölçüde ağır başka bir senaryo ile karşı karşıya kalacağız. Neler yaşanabileceğini bugün tam bilemesek de kesin olan bu.

SS

1 2 3